Kur’an’ın dinin tek kaynağı olduğu, peygamberimizin sadece Kur’an’ı tebliğ edip onu rehber edindiği, Kur’an’da hadis ve sünnete atıf olmadığı, Allah ve Resulü’ne itaati söyleyen ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği gibi konular, Kur’an’dan birçok ayet ile desteklenerek açıklanmıştı. Bu ayetleri dikkate almaktan kaçınan ya da yok sayanlar bu ayetleri destekleyen rivayetleri de gündeme getirmekten kaçınmakta ve yok saymaktalar. Üstelik bu türden rivayetler de güvenilir kabul ettikleri kaynaklarda yer almakta ancak ileri sürdükleri iddiaların tam aksini söylediği için olsa gerek hiç anılmamaktadır. Dinin tek kaynağının Kur’an olduğunu ve Kur’an’ın bir anlamda vücut bulmuş hali olan peygamberimizin inananlar için güzel bir örnek olduğunu ancak bu örnekliğin Kur’an dışı kaynaklardan değil bizzat Kur’an’dan edinilebileceğini söyleyen kişilerin bu konuda Allah’ın apaçık ayetleri dışında bir delile ihtiyaç duymayacakları açıktır. Ancak bu bölümdeki rivayetlerin kullanılma nedeni, tezimizi daha da güçlendirmek ya da rivayetlerden delil getirmek için değildir. Geleneksel kaynakların kendi içindeki çelişki ve tutarsızlıklarını ve aynı zamanda kasıtlı olarak bu türden rivayetleri yok sayarak sadece kendi işlerine gelen rivayetleri kullandıklarını ve bu şekilde ilkeli bir yönteme sahip olmadıklarını göstermek içindir.
Peygamberimizin vefatından önce toplu halde insanlara hitap ettiği rivayet edilmektedir. Bunlardan en meşhur olanı on binlerce kişinin tanıklık ettiği kabul edilen veda hutbesidir. Bu kadar kişinin tanıklık ettiği iddia edilmesine rağmen söz konusu rivayet en kilit noktasında iki farklı vasiyet ile gelmektedir. Bunlardan biri Kur’an’a da uygun bir şekilde şöyle gelmiştir: “…Size, sıkıca sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı.” Söz konusu rivayet Müslim, Ebu Davud ve İbn Mace gibi Kütüb-i Sitte kaynaklarında yer almaktadır.
Kütüb-i Sitte kaynakları arasında yer almamasına rağmen meşhur olan ve esas alınan diğer rivayet ise şu şekilde gelmiştir: “Sıkı sarıldığınız takdirde asla yolunuzu sapıtmayacağınız iki şey bıraktım size: Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün sünneti.” Bu rivayet İmam Malik’in Muvatta’sında geçmektedir. Buna rağmen bu rivayet bu konuda bilinen en meşhur rivayet olmuştur. Sebebi ise açıktır. Belli ki geleneksel din algısı açısından güvenilir kabul edilen hadis kitaplarında geçmesine rağmen peygamberimizin ümmetine miras olarak sadece Kur’an’ı bırakması kimsenin işine gelmediği için bu rivayeti içlerine sindirememişlerdir.
Bir diğer rivayet ise peygamberimizin veda haccını yaptıktan sonra Medine yolunda konakladıkları yerde: “Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın Kitabı’dır. Semadan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir.” dediği şeklindedir. Birini Ehli Sünnet, diğerini Şia almış ama her ne hikmetse sadece Allah’ın Kitabı’nı bıraktığını ifade ettiği rivayet çoğu kişinin işine gelmemiş ve o rivayet ortada kalmıştır. Üstelik peygamberimizin din adına uyması gereken tek şeyin kendisine vahyedilen Kur’an olduğu birçok ayette açıkça ifade edilmiştir. Söz konusu rivayetlerden hangisinin doğru olabileceğini belirlemek için bu ayetler yeterlidir. Kur’an, kendisiyle insanları uyarması ve müminlere gerçeği hatırlatma olması için peygamberimize vahyedilmiştir. İnsanların ne ile uyarılacakları bellidir. Dolayısıyla insanlara Allah tarafından kendilerine indirilen Kur’an’a uymaları emredilmiştir. Peygamberimiz kendisine vahyedilen Kur’an’a uymakla ve Allah en güzel biçimde hüküm verene kadar sabırlı olmakla yükümlüdür.879 Peygamberimize, kendisine vahyedilen Kur’an’a uyması söylenirken, Allah’ın herkesin yapıp ettiğinden haberdar olduğu da hatırlatılmaktadır. İnsanların çoğu Allah’ın vahyi olan Kur’an’a uymak yerine başka kaynakların peşine takılmaktadır. Oysa ayetler azap gelip çatmadan önce Allah’tan insanlara indirilen en iyi ve en güzel olana yani Kur’an’a uymayı söylemektedir. Allah, peygamberimize, bilmeyenlerin isteklerine değil, Kur’an’a uymasını söylemektedir. “Dinin tek kaynağı Kur’an’dır ve peygamberimiz sadece Kur’an’a uymuş ve onunla amel etmiştir.” denildiğinde buna itiraz ederek hadis rivayetleri olmadan Kur’an’ın yetersiz kalacağını iddia eden ve güvenilir kabul ettikleri hadis kitaplarında yer almasına rağmen “…Size, sıkıca sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı.” rivayetini değil de Kütüb-i Sitte içinde yer almayan “Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün sünneti.” rivayetini esas alanların bu çelişkilerini açıklığa kavuşturmaları gerekir. Gerçi geleneksel din algısına sahip birçok Müslüman’ın maalesef ki tutarlı olmak ve Allah’ın vahyi olan Kur’an’ı esas almak gibi bir kaygıları olmadığı görülmektedir. Bu yüzden sadece işlerine gelen hadisleri esas alarak kendilerini bu gerçeğe kapatmaya devam edeceklerdir.
Buhari ve Müslim’de geçen başka bir rivayette peygamberimizin miras olarak Kur’an’ı bıraktığının ifade edilmesi de sadece Allah’ın Kitabı’nı bıraktığını ifade eden rivayeti desteklemektedir: “İbnu Ebi Evfa’ya: ‘Resulullah vasiyette bulundu mu?’ diye sordum. ‘Hayır’ dedi. Ben tekrar: ‘Öyleyse, kendi vasiyette bulunmaksızın halka nasıl vasiyeti farz kılar veya emreder?’ dedim. ‘Kitabullah’ı vasiyet etti!’ diye cevap verdi.” Geleneksel algı açısından Kur’an’dan sonra en güvenilir iki kitap olarak kabul edilen Buhari ve Müslim’de yer alan ve Kur’an’a da uygun olan bu iki rivayete rağmen Muvatta’da yer alan ‘Kitap ve Sünnet’ mirası iddiasının esas alınması geleneksel din anlayışının kendi içindeki çelişkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Hadis rivayetlerini Kur’an gibi dinin kaynağı kabul edenler açısından sırf bu iki rivayet bile Kur’an dışında bir kaynağın dini açıdan esas alınamayacağını göstermektedir.
Bununla beraber aksini iddia edenler aynı zamanda peygamberi-mizin en yakınındakilerin Kur’an’ın yeterli olduğuna dair sözlerini de açıklamaları gerekir. Üstelik bu sözler de güvenilir kabul edilen hadis kaynaklarında geçmektedir: (Hz. Ömer): “… Yanınızda Kur’an var, Allah’ın Kitabı sizlere yeterlidir.” (Hz. Aişe): “Size Kur’an yeter. Orada: Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (Fatır Suresi 18) buyrulmuştur.”885 (Hz. Ali): “Ben Resulullah’ın şöyle söylediğini işittim: ‘Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!’ Ben hemen sordum: “Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah’ın Resulü?” Buyurdu ki: “Allah’ın Kitabı (na uymak)dır… O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür… Kim akılsızlık edip, O’na inanmaz ve O’nun ile amel etmezse Allah onu helak eder. Kim O’nun dışında hidayet ararsa Allah onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur…”
Kur’an’daki onlarca ayeti dikkate almayan ve din adına Kur’an dışında kaynak arayanların güvenilir kabul ettikleri, Kur’an’ın yanına koyarak dinin ikinci kaynağı saydıkları ve hatta uygulamada Kur’an’ın da önüne geçirerek dinin esas belirleyici kaynağı kıldıkları hadis kitaplarındaki bu rivayetlere açıklık getirmeleri gerekir. Ancak ayetleri görmezden gelenlerin işlerine gelmeyen hadisleri ve rivayetleri de görmezden gelmelerini anlamak zor değildir.
Hz. Peygamberin kendisinden sonra izlemeleri için ümmetine bıraktığı şey ya da şeyler konusundaki farklı rivayetlerin değerlendirilmesi için şu açıklama konu hakkında gereken bilgiyi verir mahiyettedir: “Bu rivayetlerden, Hz. Peygamber’in ümmetine neyi veya neleri bıraktığı konusunda üç farklı sonuç çıkmaktadır: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti; Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’i; Allah’ın Kitabı. Burada kaydettiğimiz rivayetlerin sened ve metinleri itibarıyla bir kritiğini yapmamız yerinde olacaktır. Öncelikle belirtmeliyiz ki, kaynaklarımızın çoğuna göre, Hz. Peygamber bu vasiyeti Veda Haccı esnasında ez az on binlerce Müslüman’a hitap ederken yapmıştır. Ne var ki, onun Veda Haccında birkaç ayrı yerde irad ettiği bu hutbeleri ancak birkaç sahabeden gelmiştir. Hz. Peygamberin bu ifadesi, Buhari’nin Veda Haccı babında mevcut değildir. Yine kaydettiğimiz rivayetlerin çoğundaki, “Size bir şey bıraktım, ona sarıldığınız sürece sapıtmazsınız” ifadesinden, bırakılan şeyin tek olduğu anlaşılırken, aynı rivayetlerin sonunda ise iki ayrı şey zikredilmektedir. Oysa Hz. Peygamber’in ya iki şey bıraktığını söylemesi, ya da bırakılan şeyin çift değil tek olması gerekirdi. Şu halde Hz. Peygamber bir şey bıraktığını söylemiş ve ona sarılmayı tavsiye etmiş de, ibarenin sonunda iki farklı şey ifade edilmişse bu durumda, ikinci hususun ravilerce metne idrac edilme (eklenmiş olma) ihtimali ortaya çıkmaktadır. Öte taraftan iki şey bıraktığını söyleyen rivayetler ise birbirleriyle çelişmektedir. Zira bırakılan ikinci rehber, bazı rivayetlere göre sünnet, bazılarına göre ise Ehl-i Beyt’tir. Hatta iki şey bıraktığını söyleyen rivayetlerin bazısı, sahih bir senedden yoksundur. Hatta İmam Malik ve İbn Hişam’ın naklettikleri rivayetlerin hiç senedi yoktur… Netice olarak, bu üç grup rivayet içerisinde, gerek sened ve gerekse metin itibarıyla, görünür bir problemi olmadığı için, sadece Kur’an’ı tavsiye eden haberler daha sıhhatlidir ve şüphesiz diğerleri üzerine rüçhaniyetleri (üstünlükleri) vardır. Özellikle ziyade edilmeye oldukça müsaid olan böyle bir haberin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt olmak üzere iki itikadi mezhebe mensup bazı mutaassıpların mezhepleri lehine metne idrac yapmış (eklenmiş) olmaları hiç de uzak bir ihtimal değildir.”
Peygamberimizin gerek Cuma namazlarında verdiği hutbeler gerekse namaz dışında insanlara yönelik hitapları bilinmekle birlikte bu hutbelerin de hutbeler dışındaki konuşmalarının da kayıt altına alınmamış olması hiç şüphesiz ihmal değildir. Çünkü peygamberimiz hutbe ve konuşmalarında dini bağlayıcılık açısından Allah’ın ayetleri dışında bir söz söylememiştir. Resullük vazifesi süresince bir yandan ayetler de gelmeye devam ettiği için ayetler geldikçe inananları Allah’ın ayetleri ile bilgilendirmiş, bizzat kendisi o ayetleri hayatına taşıyarak örnek olmuş ve toplumu da yine Allah’ın ayetleri ile inşa etmiştir: “Bir başka konu da Nebi’nin Medine dönemindeki Cuma hutbeleridir. Bilindiği üzere Nebi hicri 622’de Medine’ye hicret etmiş ve vefat ettiği ana kadar (yaklaşık 10 yıl) Medine’de yaşamıştır. Dolayısıyla Nebi’nin Medine’de irad ettiği en az 500 civarında Cuma hutbesi var demektir. Bu hutbeleri yüzlerce ashabın dinlediği de kesindir. Ama biz bu hutbeleri hadis külliyatında göremiyoruz. Neden? Bu durumun iki nedeni olabilir; Resulullah bu hutbelerinde ya ayetlerden başka bir şey okumamıştır (ki bize göre durum böyledir) ya da okumuş ama onların yazılmasını istememiştir. Hangisini tercih edersek edelim vakıa olarak sabittir ki, yüzlerce ashabın dinlediği bu hutbeler müstakil olarak bize intikal etmiş değildir. Çünkü yazılmamıştır. Bu oldukça dikkate değer bir durumdur. Eğer bu hutbelerde ayetlerden başka sözleri (hitapları) da var olsaydı Nebi-Resulün yazılmaya layık en önemli hadisleri bu sözleri (hitapları) olmaz mı idi? Ama olmadı. Çünkü bu hutbeler ayetlerden ibaretti.”
Evet, peygamberimizin Kur’an dışında bir şey yazdırmadığı ve dinin tek kaynağı olarak Kur’an’ı esas aldığı inananların üzerinde ittifak ettiği tarihi bir gerçektir. Ancak her ne kadar vefatı sonrası kendisinin bu dosdoğru yolu onun en yakın dostları tarafından takip edilmiş olsa da zamanla ortaya çıkan rivayetlerin Kur’an gerçeğinin üzerine kara bir bulut gibi çöktüğü görülmektedir. Oysa peygamberimizin yolu ve ümmetine mirası bu değildir: “Kur’an’ın büyük özne kipiyle gelen sıfatlarından biri de hakîm nitelemesidir (Yasin Suresi 2). Bunun iki anlamı vardır: Kur’an hem doğru hüküm veren, hem de doğru hüküm verdiren bir kitaptır. Kur’an’ın hakîm oluşunu, Allah’ı hakem kılma emri (En’am Suresi 114) ile birlikte ele almak gerekir. Böyle yapınca önümüzde şu tarihi sorun çıkıyor: Hakîm Kur’an’a inanan Müslümanlar dine karıştırılan zannî bilgi konusunda, Allah’ın Kitabı’nı hakem kılmışlar mıdır? Maalesef Müslümanların çoğu, Kur’an’ı hakem kılma konusunda sınıfta kalmışlardır. Allah Resulü, dini ve imanı Kur’an’dan öğrenmiştir (Şura Suresi 52). Dini ve imanı Kur’an’dan öğrenen Resulullah’ın, ilk Kur’an neslini Kur’an’la eğitmek dışında, başka bir seçeneği yoktu. Nitekim o da öyle yaptı. Kendisinden sonrakilere Kur’an’ı bıraktığını söyledi. Ona sarılırlarsa doğru yolu bulacaklarını, bırakırlarsa sapıtacaklarını söyledi. Onun bıraktığı Kur’an’da Allah, “Dininizi kemale erdirdim” buyuruyordu (Maide Suresi 3). Kur’an tüm insanlara şu açık çağrıyı yapıyordu: “Ey insanlar! Rabbiniz tarafından size indirilen Kur’an’a uyun!” (A’raf Suresi 3; Zümer Suresi 55). Onun insanlara iletmekle emrolunduğu hakikat Kur’an idi (En’am Suresi 19).
Fakat anlaşılan, birileri dinin kemale erdiğine890 ikna olmamıştı. Çoğunluk mezhebi Allah Resulü’nün Kur’an vasiyetine “ehl-i sünnet ve cemaati”, azınlık mezhebi “ehl-i beyt ve ıtreti” eklediler. Hadisin aslını araştıran hakikat âşıkları gerçeği kabullenmekte zorlanmadılar. Fakat mezhebini din edinenler, Peygamber adına yalan uyduranı ödüllendirmeyi hakikate tercih ettiler. Allah Resulü, insanlar Kur’an dışında herhangi bir kaynağa yönelmesinler diye birtakım tedbirler aldı. Bunların başında, Kur’an’ın dışında kendisinden herhangi bir şey yazma yasağı gelir. Bazı istisnalar dışında bu yasak, 4 halife döneminde de sürdürülmüştür. Allah Resulü’nün vahiy dışında kendi sözlerinin yazılmasını yasaklaması, Kur’an’ın ehli kitap üzerinden verdiği dolaylı bir mesajdı. Kur’an’ın, elleriyle yazdıklarını “Bu, Allah’tandır” diye takdim eden kitap ehlinden söz etmesi (Bakara Suresi 79), başta Nebi olmak üzere bu ümmete bir uyarıydı. Hz. Peygamber de kendi sözlerinin yazılmasını yasaklarken önceki milletlerin bu yüzden saptıklarını gerekçe gösteriyordu… Hz. Nebi vahyin 23 yıllık nüzul süreci içinde 40’ı aşkın vahiy kâtibi istihdam etti. Fakat bir tane hadis kâtibi istihdam etmedi. Allah Resulü vefat ettiğinde başucunda vahiy kâtiplerine yazdırdığı vahiyler mushaflaştırılmamış haliyle duruyordu. Allah resulü, kendisinden geriye Kur’an dışında bir tek sayfa bırakmadı. Bu ümmetin icmaı ile sabit bir hakikattir. Allah Resulü’nün yukarıdaki titizliğine sahabe de itina gösterdi. Kur’an’ın safiyetini korumak için, diğer yazılı ürünlerden mümkün olduğunca uzak durdular. Hz. Ebu Bekir, daha o günden hadisler üzerinden ihtilaf edildiğine şahit oldu. Hz. Peygamber’den hadis rivayet edilmesini yasakladı. Soru sorulması durumunda, “Bilgimizle sizin aranızda Allah’ın Kitabı var, deyin” dedi. Hz. Aişe’nin rivayetine göre, vefatına yakın uyuyamamış, gerekçe olarak da yazılı birkaç sayfa hadisi göstermiş ve sabah olunca ilk iş olarak o sayfaları yaktırmıştı. Hz. Ömer’in bu konudaki titizliği tevatüren (yaygın kabul) sabittir. O, sahabeden Kur’an dışında Allah Resulü’nün sözlerinin yazılmasını yasakladı. Elde ettiklerini yaktırdı. Kur’an dışında bir kaynağa riayet edenlerden bazılarına sopa çekti. Başka şehirlere dağılmış sahabeye mektuplar yazarak, hadis yazanların bunları imha etmesini istedi. Yakınında olanları toplayıp kendisi yaktırdı. Bu işin adını da ilk o koydu. “Bunlar” diyordu, “Yahudilerin Mişnası gibi Müslümanların Mişnasıdır.”
Akıldan ve Kur’an’dan söz edilen yerde atalardan gelen kabul ve öğretilerden söz edilmez. Allah’ın Kur’an’da; aklını kullan, düşün, oku ve delil üzerinde ol demesine rağmen Allah’ı dinlemeyen Müslümanlar için yapılabilecek bir şey kalmamış demektir. Allah’a inanmasına rağmen O’nu dinlemeyen biri, Allah’ın ayetlerini hatırlatan kişileri de dinlemez. Allah’ın uyarısını dikkate almayan bir Müslüman başkasının uyarısını hiç dikkate almaz.
Bilindiği gibi İslam’ın erken dönemlerinde Müslümanların dini konuda Kur’an’dan başka esas aldıkları bir kaynak yoktu. Peygamberimizin Kur’an’ı hayatına tatbik edişini görenler ya da onları gören nesiller, aralarındaki anlaşmazlıklarda yine Kur’an’ı referans alıyor ve peygamberimizin Kur’an’dan hareketle ortaya koymuş olduğu örnekliği de sınırlı bir sözlü kültür geleneği olarak devam ediyordu. Bu sayede Müslümanlar, İslam dışı inanç ve kültürlere karşı mümkün olduğunca kendilerini muhafaza edebiliyorlardı. Ancak farklı inanç ve kültürler ile etkileşime geçilmesiyle söz konusu inanç ve kültürlerdeki kadim kabul ve uygulamaların Müslümanların sözlü kültürünü ciddi anlamda etkisi altına aldığı ve İslam’ın özüne uygun olmayan bir yığın inanç ve uygulamanın İslam elbisesi giydirilerek insanlara din olarak sunulduğu görülmektedir: “İslam’ın erken dönemlerinde Müslümanlar sözlü kültür geleneğine sahiplerdi ve bu süreç kabaca söylemek gerekirse yaklaşık bir yüzyıl kadar devam etmiştir. Bu süreç içerisinde Müslümanlar Arap yarımadası dışına çıkarak eski İran, Yahudi ve Hıristiyan kültürleriyle karşılaşıp bu kültürlerin varisi olmuşlardır. Mezkûr kültürlerin çeşitli yönleriyle İslam kültürünü etkilediği kabul edilen bir gerçektir. Özellikle sözlü kültür geleneğinin devam ediyor olması, bu etkileşime müsait ortam sunmuştur. Müslümanlar karşılaştıkları kültürleri reddetmek bir yana hüsnü kabulle karşılayıp birçok yönüyle bu kültürlerin taşıyıcısı olmuşlardır. Dolayısıyla bu süreç kadim kültürlere ait birçok mistik ve mitolojik unsurların, kaynaklara girmesini beraberinde getirmiştir. Başlangıçta fazla sorgulanmadan sözlü kültür geleneğinde oluşturulan rivayetler, tedvin897 döneminden sonra kaynaklara sokuşturulmuş ve bunlar zamanla siyer yazıcılığının yapı taşları arasına girmiştir… Oysa Hz. Peygamber’in risaletinin en önemli kodları vahyin muhtevasında mevcuttur. Kur’an’dan kopuk bir siyerin Hz. Peygamber’in gerçek anlamda tanınmasına katkı sağlamayacağı kuşkusuzdur.”
İslam dini gerçek dışı bir din olmadığı gibi herkesin kendi kabul ve gerçeğine göre şekillendirebileceği bir din de değildir. Çünkü İslam dininin gerçeği, her türlü insani kabul ve gerçeklik iddiasının üzerinde ilahi sisteme dayalıdır. Herkes kendince gerçeklik iddiasında bulunsa da ve kendisi gibi inanmayanları gerçeğin dışında saysa da neyin gerçek olup olmadığını insanların görüş ve yorumları değil Allah’ın dini belirleyecektir. Çünkü dinin en öncelikli amacı, gerçeği olduğu gibi göstererek insanı Allah’ın ayetleri ile buluşturmak ve gerçek ile yüzleştirmektir: “Herkesin, kendi dinini gerçek/hak, diğerlerini batıl saydığını biliyoruz. Kur’an, bu tekelci iddialara karşı gerçeğin dini’nden (dînu’l-hak) ve buna karşı uydurulan dinlerden bahseder. Gerçeğin dini; gerçek olan, gerçekliğe dayanan, mücadelesini gerçek için veren, bütün süreçleri gerçeğin açığa çıkması için işleten din demektir. Gerçeğin dini, insan gerçekliği ile uyumlu, hayatın gerçekliğini güçlendiren, her şeyin kendisi için belirlenen saha içinde gelişerek mükemmelleşmesini sağlayan, mükemmelleşen her parçanın bütünü de mükemmelleştireceğine inanan tevhid fikrine sahip dindir. Gerçeğin dini, hayatın gerçekleriyle bizi birebir karşılaştıracak ve meydan okumalar karşısında ayakta kalmamızı sağlayacak dayanıklılığa sahip dindir. Dinini, gerçeğin/hakikatin dini olarak adlandıran Allah, din kılıfı altında insanlara pazarlanan dinlerin, bu dinin yerine ikame edilmesini önleyeceğinin garantisini vermektedir: Allah, gerçeğin dinini bütün dinlerin üstüne çıkaracak ve uydurulan bütün dinlere galip gelmesini sağlayacaktır. Gerçeğin dini, gerçeğin peşinde olanları, gerçeğin bütün formlarıyla hayata tutunabilmesi için bütün sahte din formlarıyla mücadeleye çağırır.901 Zira doğallığı ve genetiği bozulan şeylerin hastalık üretmesi gibi, genetiği bozulmuş bir dinin de hasta insanlar üreteceği açıktır. Bu gerçeklik vurgusu, kurgularıyla hem dini hem dindarları hem de bütün insanları kurgularının/ hevalarının peşinde koşturanlara karşı bir tedbir ve blokajdır (durdurmak/engel olmak). Gerçeğin dini, batıla karşı verdiği mücadelede sürekli seçim yapmak durumunda kalan insanı, özgür iradesiyle seçimler yaparak hayatı inşa eden bir varlık olarak görür. Bu yönüyle taklide (otoriteyi takip etme) karşı tahkiki (hakikati bizzat aramayı) değerli görür ve insanı aktif bir özne olmaya özendirir.”
Emre Dorman