İslam dini nedir? İslam ilk ve son din midir? İslam dini farkları ve önemi nedir? İslam dininin manası nedir?

İslâm, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın, vahiy yoluyla Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettiği dinin adıdır. Kur’ân-ı Kerim’in son inen âyetlerinden birinde şöyle buyurulur:

“Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı kabul ettim.” Yukarıda da belirttiğimiz üzere Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettikleri din aynıdır. Buna hak din diyoruz. Bu açıdan “İslâm” hak dinin genel adıdır. Nitekim Kur’an’da:

“Allah nezdinde din İslâm’dır.” buyrulmuştur. Başka bir âyet-i kerîme de şöyledir:

“İbrâhim ne yahudi ne de hıristiyandı; fakat o, doğruya yönelen bir müslümandı; o, müşriklerden de değildi.”

Hak din, başlangıçtan Muhammed aleyhisselâma kadar iman esasları ve ahlâk prensipleri bakımından daima aynı kalmış, ibadet şekilleri ve muâmelât hükümleri yönünden ise zaman zaman bazı değişikliklere uğramıştır. Dinin vâzıı Cenâb-ı Hak tarafından yapılan tekâmül şeklindeki bu değişiklik, insanların ihtiyaçları ve kültür seviyeleriyle paralel olarak yürümüştür. Biraz önce geçen âyette de belirtildiği üzere hak din en mütekâmil şekline son peygamberin bildirimiyle ulaşmıştır. Bu bildirimin genel ve özel adı İslâm’dır, kitabı da Kur’an’dır.

Kur’ân-ı Kerim Allah tarafından Muhammed aleyhisselâma indirildiği andan itibaren âyet âyet, sûre sûre hem yazılmış, hem de ezberlenmiştir. Bugüne kadar yaşanan on dört asırlık İslâm tarihinin her yılında binlerce, yüz binlerce hâfız bu mukaddes metni ezberlemiş, milyonlarca müslüman tarafından günde beş vakit namazda ve namaz dışında okunmuş, milyonlarca defa yazılıp basılmıştır.

Kur’an’a ve bir de onun tebliğcisi olan Hz. Muhammed’in sünnetine dayanan İslâmî ilimler başlangıçtan itibaren tesis edilmiş, okunmuş, okutulmuş ve yazılmıştır. Netice olarak İslâm dininin asıl kaynakları orijinal bir şekilde tespit ve zabtedilmiş, işlenmiş, bu din tatbik edilerek yaşanmış ve nihayet günümüze gelinmiştir.

Bugün, XXI. yüzyılın başlarında, hak din İslâmiyet’in mensuplarının nüfusu 2 milyara yaklaşmakta ve dünya nüfusunun yüzde yirmi beşini teşkil etmektedir. İlmin ve tekniğin bütün imkânlarından istifade edilerek korunan İslâmî kaynakların kaybolmasına, değiştirilmesine imkân bulunmadığı gibi bu derece işlenen İslâmî ilimlerin unutulmasına, geliştirilen İslâm kültürünün ortadan kalkıp silinmesine de ihtimal yoktur. Tarihin ispat ettiği, günümüzün onayladığı ve geleceğin kesinlikle vaat ettiği bu gerçek bundan on beş asır önce Kur’ân-ı Kerim tarafından şöyle haber verilmiştir:

“Kur’an’ı başkası değil biz indirdik ve onun koruyucuları da şüphesiz ki biziz.”

Muhammed aleyhisselâmdan sonra bir peygamber, Kur’ân-ı Kerim’den sonra ilahî bir kitap yoktur. İslâmiyet ilk ve son dindir, yegâne hak dindir.

İslâm Dininin Özellikleri

  1. ba) Esirgeyen ve bağışlayan Allah Teâlâ’nın, peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm vasıtasıyla gönderdiği İslâm dini, hak din zincirinin son halkası olup, yukarıda hak din için söz konusu ettiğimiz bütün özellikleri taşır. Geçmiş peygamberleri ve onlara indirilen kitapları tasdik eder, müslümanlara bütün peygamberlere ve ilahî kitaplara inanmayı emreder:

“Peygamber de rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de. Bunların hepsi Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. ‘O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız.’ (dediler).”

Halbuki yahudiler sadece Benî İsrâil peygamberlerini ve Tevrat’ı kabul etmişler, bunlardan sonra gelen peygamber ve kitapları tanımamışlardır. Hıristiyanlar da Benî İsrâil peygamberlerine, Tevrat’a Hz. Îsâ’ya ve İncil’e inanmakla yetinmişler, Muhammed aleyhisselâmı ve Kur’ân-ı Kerim’i inkâr yoluna sapmışlardır. İslâmiyet ise bütün semavî dinlere kucak açmıştır.

  1. bb) İslâmiyet, evrensel bir dindir. Muhammed aleyhisselâmın tebligatı, Benî İsrâil peygamberlerinde olduğu gibi sadece bir kavme, bir topluluğa değil bütün insanlığa yöneliktir. Hatta o, insanlarla birlikte onlar gibi mükellef bulunan cinlere de hitap ediyordu:

“De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın size, hepinize gönderdiği bir peygamberim.”

“Ey Muhammed! Şüphesiz ki biz seni, müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olmak üzere, bütün insanlara gönderdik.”

“Ey Muhammed! De ki: Bana şöyle vahyolundu: Cinlerden bir zümre (benim Kur’an okuyuşumu) dinlemiş ve şöyle demiştir: Biz hayranlık veren ve doğru yola götüren bir Kur’an dinledik. Biz de ona iman ettik.”

  1. bc) İnsan bedenle ruhtan oluşan bir varlıktır. Kişiyi dünya ve âhiret saadetine eriştirmeyi gaye edinen hak din İslâmiyet onun hem bedenini hem de ruhunu hedef almıştır. O, gerek fert ve aile hayatının, gerek toplum ve millet hayatının huzur ve sükûn içinde devam edebilmesi için gerekli hükümleri koymuştur. Bunun yanında kişinin ruhî ihtiyaçlarını da nazarı itibara almış, ruhun yücelişi ve dolayısıyla ebedî saadetin elde edilişi yolunda uyulacak kuralları göstermiştir. Böylece Müslümanlık, Yahudiliğin dünya dini ve Hıristiyanlığın âhiret dini olması yanında, hem dünya hem de âhiret dini olma vasfını kazanmıştır.
  2. bd) İslâm dinine göre akıl, Allah’ın büyük bir lûtfudur. İnsan, sahip olduğu bu eşsiz nimet sayesinde bizzat kendi mevcudiyetinin şuuruna erer, etrafını saran tabiatı tanır. O, buradan hareket ederek ulu yaratıcının varlığını idrak eder, ilahî hitaba mazhar olur, peygamberlerin tebligatını kavrar. Şu halde akıl ilahî bir hüccettir, bir kılavuz ve bir belgedir. Peygamberlerin insanlara getirdikleri mesaj, yani vahiy de bir hüccettir. Cenâb-ı Hakk’ın iki hücceti arasında çelişki bulunamayacağına göre hak din İslâmiyet’in hiçbir nassı ve hiçbir hükmü ilme aykırı değildir. Başka bir deyişle din ile ilim arasında çekişme yoktur.

Ancak burada iki önemli noktaya işaret etmek yerinde olur: 1. Dine ait olduğu ileri sürülecek bir prensip veya hüküm, İslâmiyet’in sağlam kaynaklarında, yani ­Kur’ân-ı Kerim’de veya sahih sünnette yer almalı, mânası da açık olarak anlaşılabilmelidir. 2. İlim namına ortaya konulacak görüş, pozitif bilimlerin kesinlikle ispat ettiği, kanun haline getirdiği bir gerçek olmalıdır. Gerçeklikleri deney ve gözlemlerle henüz ispat edilememiş teoriler veya felsefî yorumlar, dinî gerçeklerle karşı karşıya getirilmemelidir.

Pozitif ilimler ilerledikçe, kâinatı yaratan ve idare eden Allah Teâlâ’nın tabiata yerleştirdiği kanunlar keşfedildikçe, Kur’ân-ı Kerim’in içerdiği ilmî gerçekler ve dolayısıyla İslâm’ın sahip olduğu yüce vasıflar daha iyi anlaşılmaktadır.

  1. be) İslâmiyet’in “itidal dini” ve “fıtrat dini” oluşu da onun ana vasıflarından birini teşkil eder. Diğer semavî dinler mevcut şekilleriyle bu önemli vasıftan yoksun görünmektedir. Bu dinlere ait nasslar ve bu nasslar etrafında yapılmış yorumlar incelendiği takdirde görülür ki, gerek itikat ve ibadet konularında gerek beşerî münasebetleri düzenleyen hükümlerde, hatta tarihî olayların naklinde sık sık itidal noktası terkedilmekte ve aşırılığın iki ucundan birine (ifrat veya tefrit) düşülmektedir.

Meselâ yahudiler, Hz. Meryem’i zina ile suçlamakta ve Îsâ aleyhisselâmı -peygamber olmak şöyle dursun- gayri meşru bir evlât saymaktadır. Bu, büyük bir iftira ve haksız bir karalamadır (tefrit). Hıristiyanlar ise Meryem’i kutsallaştırmakta, Hz. Îsâ’ya da tanrılık nispet etmektedir. Bu da asla tasvip edilmeyecek bir aşırılıktır (ifrat). İslâmiyet’e gelince, her ikisinin de beşer olduğunu ilân ettikten sonra Hz. Meryem’i en nezih ifadelerle temize çıkarmakta, Hz. Îsâ’nın da büyük peygamberlerden biri olduğunu beyan etmektedir.

Bilindiği üzere yahudiler kendi dinlerini bir dünya ve ticaret dini telakki etmiş, hatta yahudi olmayanları sömürmenin meşru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlık’ta ise asıl dindarlık, dünyadan el etek çekerek kendini ibadete vermektir. İslâm dinine gelince, bu aşırı telakkilerin her ikisini de kaldırmış, orta yolu (itidal) ve insan yaratılışına (fıtrat) uygun olanı tercih etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Allah’ın sana verdiği imkânlar içinde âhiret saadetini kazanmaya çalış, fakat dünyadan sana ayrılan payı almayı da unutma.”

Büyük muhaddis Ahmed b. Hanbel’in Ebû Ümâme’den naklettiği şu hadise konumuza ışık tutmaktadır: Resûlullah efendimizle birlikte küçük çapta bir askerî yürüyüşe çıkmıştık, içimizden biri su birikintisinin yanından geçerken kendi kendine şöyle demiş: “İnsanların arasından çekilip de şu suyun kenarına gelsem, ondan ve etrafındaki yeşillikten yararlanarak ibadetle meşgul olsam!” Nihayet bu sahâbî, fikrini Hz. Peygamber’e açmaya ve ondan gelecek emre göre hareket etmeye karar vermiş! Resûl-i Ekrem kendisini dinledikten sonra fikrini beğenmediğini anlatmak üzere şöyle buyurmuştur: “Ben Yahudilik veya Hıristiyanlığı tebliğ etmek için gönderilmiş bir peygamber değilim. Aksine ben orta yolu takip eden, selim yaratılışa uygun düşen, kolay ve yaşanabilir bir dini öğretmek için gönderildim. Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki Allah yolunda ve İslâm’ı yayma uğrunda bir sabah yürüyüşü, bir akşam gezintisi dünyadan ve onun içinde bulunan her şeyden değerlidir. Yine yemin ederim ki sizden birinizin savaş saflarında yer alması, altmış yıllık (nâfile) namazından hayırlıdır.”