Alem nedir? Alem anlamı nedir? Camilerin alemi nedir? Alemin tarihi nedir?

Tuğ, bayrak ve sancak gönderleriyle kubbe, külâh ve çatıların tepesine takılan sembol; sınır taşı. Alem kelimesi Arapça ilm (bilmek; bildirmek, işaret etmek) kökünden türemiş kuralsız bir isim olup anlamı “belli eden, bildiren; iz, alâmet, işaret, nişan”dır. Taşıdığı bu sözlük anlamından dolayı “sembol, standart; bayrak, sancak; lider, imam; sınır, sınır taşı; uzun dağ” ve Arap gramerindeki “özel isim” için müşterek terim olarak kullanılmaktadır; çoğulu a‘lâmdır.

Alemin ortaya çıkması tarih öncesi devirlere rastlar. Bunlar daha çok savaşlar ve kalabalıkta icra edilen dinî törenler sırasında, kişilerin kendi lider ve topluluklarını tanıyabilmeleri amacıyla kolay görülebilecek biçimde, mızrak gibi uzun bir gönderin ucuna takılarak birliklerin önünde taşınan alâmetlerdir. Alemin, kalabalık ve kargaşalık anında liderin bulunduğu yere işaret etmesinin yanında yerine getirdiği diğer önemli görev, o topluluğu birlik ve beraberlik içinde tutmasıdır.

Bu sebeple gerek alemler, gerekse sonraları onlardan gelişen bayrak ve sancaklar daima mânevî bir güç taşımış ve mukaddes sayılmışlardır (bk. BAYRAK, SANCAK).

İlk alemler (standart) totemik devirlere aittir. Bunlar tanrı sûretleri, semavî semboller ve çeşitli hayvan şekillerinde genellikle bakır, tunç, gümüş, altın gibi madenlerden yapılarak mâbedlerde muhafaza edilen ve törenlerde alayların, savaşlarda da askerî birliklerin önünde taşınan gönderlere takılmış küçük heykellerdir. Bilinen ilk alemler Mezopotamya ve Mısır tasvirî sanatlarından tanınmakta ve bunların tanrı sembolü oldukları görülmektedir.

Tasvirî sanattan tanınanların dışında, doğrudan kendisi ele geçmiş ilk alemlerin en güzel örnekleri, milâttan önce III. binyılın sonlarına ait Alacahöyük kral mezarlarından çıkarılan Hatti güneş kurslarıyla geyik ve boğa heykelleridir. Hunlar’a ait Pazırık kurganlarında da aralarında büyük bir zaman farkı olmasına rağmen Alacahöyük hayvan heykellerine fevkalâde benzerlik gösteren bazı geyik ve yaban keçisi şekillerinde gönder – çadır alemleri bulunmuştur (bk. Diyarbekirli, resim 84, 113, 115). Bu alemler, Hunlar’ın sıkışıp kaldıkları bölgeden gizli geçitleri bir geyiğin önderliğinde geçerek kurtulduklarını anlatan millî efsanelerindeki geyiğin aslında ordunun önünde taşınan bir geyik alemi olabileceğini akla getirmektedir.

Tarih boyunca en gösterişli alemleri, Eskiçağ’ın en düzenli ordularına sahip bulunan ve savaştıkları insanların moralleri üzerinde askerî birliklerindeki ihtişam ve intizamla da etkili olan Romalılar kullanmışlardır. Önceleri aynı göndere üst üste takılmak suretiyle daha dikkat çekici hale getirilen Roma alemlerinin başlıcalarını, savaş tanrıları Mars ve Minerva’nın küçük heykelleri, diğer dinî semboller, Roma’nın ve imparatorun sembolleri ile orduyu teşkil eden birliklerin alâmetleri oluşturmuştur.

Milâttan önce II. yüzyılın sonlarından itibaren ordu alemi olarak yalnız kanatlarını açmış, saldırı vaziyetinde kartal figürü benimsenmiş ve bu alem zamanla diğerlerinin yerini almıştır. Roma alemleri tabii olarak Bizans alemlerini ve Ortaçağ Avrupa armacılığını (heraldry) etkilemiş, Fransa’nın İmparatorluk, İtalya’nın Faşizm ve Almanya’nın Nazizm dönemlerinde ise aynen taklit edilmiştir.

Çok tanrılı dinlerin ortadan kalkmasıyla birlikte totemik alemler taşınmaz olmuşlar ve dolayısıyla alem şekilleri daha sade bir görünüm kazanmaya başlamışlardır. Ortaçağ boyunca silâh olarak da kullanılan, Avrupalılar’ın halbert (saplı balta), Osmanlılar’ın alem, gönderli balta veya teber dedikleri bir tür alemler, genellikle mızrak ucu altında çift ağızlı veya sırtı mahmuzlu balta gibi dürtücü kesici biçimlerde yapılmışlardır (bk. BALTA).

Dîvânü lugāti’t-Türk’ten öğrenildiğine göre Türkçe bayrak kelimesinin aslı da batrak (batırak, ucuna bir ipekli kumaş parçası takılmış mızrak) kelimesidir ve bu durum eski Türkler’de bayrağın da bir silâh olarak doğup geliştiğini göstermektedir. Savaşlarda mızrağın terkedilmesinden sonra bu tür silâh-alemler silâh özelliklerini kaybetmişler ve uçlarına genellikle alev dili (flame) biçiminde, üzerleri armalı veya düz kumaş parçaları takılmış birer sembolik mızrak şeklinde flama ve bayraklara dönüşmüşlerdir.

Kaynaklardan, Hz. Muhammed’in ünlü alemi (sancak-ı şerif) ukābın da sefer sırasında diğer Arap sancakları gibi bir mızrağın ucuna bağlanarak taşındığı öğrenilmektedir (bk. Hamîdullah, II, 1071). Birer kumaş parçasından ibaret olan ilk flama, bayrak ve sancakların daima mızrak ucuna bağlanmaları, tarih boyunca en çok kullanılan gönder aleminin o amaçla yapılmamasına rağmen mızrak temreni olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bugün “bayrak direği” anlamında kullanılan gönder de aslında “kargı, mızrak” demektir (bk. Yeni Tarama Sözlüğü, s. 96) ve ayrıca mânevî koruyucu niteliğiyle bina çatılarına takılan alemlerin de bilinen ilk örneğinin mızrak temreni şeklinde olduğu görülmektedir. Milâttan önce VIII. yüzyıla ait olan bu alem, Asur Kralı II. Sargon’un sarayındaki zafer kabartmalarında, yağmalanması tasvir edilen bir Urartu mâbedinin çatı tepesinde yer almakta olup Urartular’ın baş tanrısı Haldi’nin (savaş tanrısı) sembolü olan mızrak temreni şeklinde yapılmıştır (bk. Azarpay, resim 5).

Bilinen ilk bina aleminin bir mâbedin çatısında bulunması ve mimarlık tarihi boyunca da yalnız mâbed, medrese, şifahane, çarşı ve mesken gibi mukaddes ve mübârek tanınan binalarda kullanılıp özellikle İslâm mimarisinde kubbeli dahi olsa, şer‘an kerih sayılan ve içinde Kur’an okunması, namaz kılınması, hatta selâm verilmesi câiz olmayan hamam (soyunmalık hariç), kaplıca ve abdesthane gibi binalarda kullanılmaması, daima mukaddes kabul edildiğini ortaya koymaktadır.

Bugün hâlâ devam eden, kubbesi tamamlanan camilerle çatısı kapanan büyük binaların tepe noktalarına, dinî törenle ayyıldızlı veya düz kırmızı bayrak (alem) dikilmesi geleneği de, eski devirlerde alemlerin çatılara henüz inşaat bitmeden takıldığını ve böylece yapının bir an önce mânevî koruma altına alınmak istendiğini göstermektedir.

İslâmiyet’in kabulünden önce Türkler’in, çadır ve sancak direklerinin tepesine genellikle küre şeklinde alemler taktıkları ve bunlara Farsça mang (Avesta mōn “ay”) kelimesinden Türkçe -cuk ekiyle türetilen men-çuk / mon-çuk (küçük ay, mâhçe) adını verdikleri bilinmektedir (bk. Erdem, s. 107 – 108). Mençuk / monçuk kelimesinin Türkler’den başka diğer müslümanlar tarafından da kullanılması, bu alem türünün İslâm âleminde iyice yaygınlaştığını göstermektedir.

Nitekim 1375 yılında Hâmî isimli bir Endülüslü müslüman tarafından yapılan ve literatürde “Katalan haritası” adıyla anılan dünya haritasında her devletin bayrağının resmedilmiş ve biri hariç bütün alemlerin de monçuk şeklinde yapılmış olduğu görülmektedir (bk. Kurtoğlu, şekil 36). Bu haritada, Orta Asya’nın kuzeydoğusuna yerleştirilen ve at sırtında çizilerek göçebe olduğu belirtilen Gog-Magog (Ye’cûc – Me’cûc) hükümdarının ejderha motifli sancağının mızrak ucuna takılmasına mukabil hükümdarlık çetrinin tepesinde üstteki daha küçük olan iki monçuk (ay ve güneş) bulunmaktadır.

Sivaslı Nâsırüddin’in 1270 yıllarına tarihlenen kozmografyaya dair eserindeki bir minyatürde de, otağ direğinin tepesinde iri bir monçuk üzerinde duran aslan veya pars şeklinde bir alem bulunmakta, otağın iki yanındaki sancaklardan birinin aleminin ise hilâl şeklinde olduğu görülmektedir (bk. Esin, TTK, not 178, levha IX / b). XIII. yüzyılda yaşayan bir Çinli yazar, Abbâsî halifesinin başına tutulan siyah hükümdarlık çetrinin tepesinde yeşimden yapılmış bir aslan ve onun üzerinde de altından yapılmış parlak bir “ay” bulunduğunu yazmaktadır (bk. EI² [İng.], III, s. 382).

Ettinghausen, bu bilgiyi aldığı Çince metni tercüme ve tefsir eden yazarların yuvarlak bir amblemin ancak güneşi sembolize edebileceğini düşünerek “ay” kelimesini “hilâl” anlamında yorumladıklarını yazmaktadır. Ancak Irak Abbâsîleri’nin hilâl sembolünü alem olarak kullandıklarına dair bir tek örneğin mevcut olmaması, geç dönemlerin etkisiyle “hilâl” şeklinde yorumlanan “parlak altın ay”ın aslında, İslâm kaynaklarının “çetr tepelerindeki altın top” dedikleri monçuk olduğunu ve söz konusu alemin Sivaslı Nâsırüddin’in minyatüründeki alem gibi “monçuk üzerinde duran aslan” şeklinde olabileceğini akla getirmektedir (bk. Erdem, s. 107). İbn Bîbî’nin “Hükümdar çetrinin kartalı, sultanların güneşine talih kanadını ve tüylerini gerdi ve kudret gölgesini yaydı” cümlesinden ise aynı çağda Anadolu Selçuklu sultanlarının çetr alemlerinin kartal şeklinde olduğu anlaşılmaktadır (bk. Öney, s. 166). Öte yandan, biri Büyük Selçuklular’a, diğeri Artuklular’a ait olan tunçtan yapılmış sfenks şeklinde iki çadır direği alemi, müslüman Türkler’in mitolojik hayvanları da Hunlar ve Moğollar gibi çadır (ve çetr) alemi olarak kullandıklarını göstermektedir (bk. Diyarbekirli, s. 171, resim 160, 161).

Tek tanrılı dinlerden Mûsevîliğin alemi (sembol) mühr-i Süleyman, Hıristiyanlığın alemi haç ve İslâmiyet’in alemi de hilâl motifleridir. Bunlardan, milâttan önce I. binyılın ilk çeyreği içinde benimsendiği anlaşılan mühr-i Süleyman, birbirine geçmiş biri koyu, diğeri açık renk iki üçgenden oluşarak ruh ile vücudun birleşmesini sembolize etmekte, Hıristiyanlığın alemi olan haç da Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilişinin hâtırasını yaşatmaktadır. İslâmiyet’in alemi olan hilâlin menşei ise tartışmalıdır ve ileri sürülen fikirlerin daha çok milliyetçi duyguların etkisi altında kaldığı görülmektedir.

Batılı yazarlar hilâlin İstanbul’un fethinden sonra Bizans’tan Türkler’e geçtiğini iddia ederken buna tepki gösteren Türk yazarlar da Türkler tarafından Orta Asya’dan getirildiğini ileri sürmüşlerdir. Hilâlin Bizans’tan Türkler’e geçtiği yolundaki görüş, üzerinde durmayı gerektirmeyecek derecede ilmî gerçeklerden uzaktır ve bu tezi sadece Endülüslü Hâmî’nin İstanbul’un fethinden yaklaşık bir asır önce çizdiği harita tümüyle çürütmeye yeterlidir. Çünkü bu haritada, Moğol istilâsı dışında kalan İslâm devletlerinden pek çoğunun bayrağında hilâl ve üç hilâl motiflerinin yer aldığı açıkça görülmektedir.

Hilâl ilk defa Mısır’da X. yüzyılın ilk yarısında Fâtımîler tarafından bayrak motifi ve askerlerin boyunlarında hamail olarak kullanılmaya başlamış, İslâm’ın sembolü olarak benimsenmesi ise Haçlı seferleri sırasında genellik kazanmıştır ve bu durum Haçlı seferlerini konu alan minyatürlerde, Haçlı kalkanlarındaki haçlara karşı müslümanların kalkanlarına hilâl resmi konulmak suretiyle gösterilmiştir. Bu konuda önemli bir belge niteliği taşıyan Kudüs Kralı II. Baudouin’in (1143-1163) mühründe, belki müslümanların da hıristiyanların da hâkimi olduğunu simgelemek üzere Kudüs surları içinde, birinin tepesinde büyük bir hilâl, diğerininkinde haç bulunan iki adet kubbeli bina (Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i aksa) resminin yer alması (bk. Runciman, II, levha I), en geç XII. yüzyılda hilâlin İslâm’ın sembolü olduğunu ve mimaride de bina alemi olarak kullanıldığını (bk. BAYRAK) kesinlikle ortaya koymaktadır (daha geniş bilgi için bk. Erdem, s. 108-113).

Hilâl biçimi gönder alemlerinin ilk defa Karahanlılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Karahanlı şehirlerinden Hoten’de, içlerinde Arapça ibareler taşıyan, üzerleri yaldızlanmış tunçtan mâmul, arkalarında halkalar bulunan bazı hilâller ele geçmiş ve bunların sancak alemi oldukları ileri sürülmüştür (bk. Esin, TTK, s. 356, levha VIII A / 11 a). Özellikle içlerinden, üzerindeki tarih 225, 335 veya 445 okunabilen bir tanesinin, tarihî olaylar göz önüne alınarak 445 (1053 – 54) yılına ait olması muhtemel görülmektedir.

Osmanlı gönder alemleri genel olarak ordu ve tekke sancaklarında hilâl, mızrak ucu, süngü ve ucu gittikçe sivrilen yaprak şekillerinde yapılmış, tuğlara da çoğunlukla yalnız monçuk alemler takılmıştır. Bugün ise bayrak ve sancaklarda monçuk üzerinde ayyıldız, flama ve özel bayraklarda da mızrak ucu ile yalnız monçuk alemler kullanılmaktadır. Müzelerde korunan çeşitli alemlerin bakır, tunç, pirinç veya demirden yapılmış ve bazılarının da altın yaldız yahut altın safiha ile kaplanmış oldukları görülmektedir. Mevcut alemlerin çoğunda ana parçayı teşkil eden tepelik kısmı safiha halindedir ve yapımlarında başlıca kafes oyma tekniği ile kazıma tekniği uygulanmıştır.

Gönder alemleri arasında, bina alemlerinin aksine doğrudan boynuz şeklinde olanlar daha azdır; ancak ekseriyeti teşkil eden armut, lâle veya zambak gibi şekillerde yapılıp içleri lafza-i Celâl, ism-i nebevî, kelime-i tevhid ve tarikat pîri gibi din ulularının adlarıyla veya çeşitli motiflerle doldurulan alemler, boynuz alemlerin değişikliğe uğramış şekilleridir ve bu tür alemlerin tepelerinde genellikle küçük birer hilâl veya boynuz bulunmaktadır.

Mimaride kullanılmasına Beylikler devrinden itibaren başlanan ve bilinen en eski örneğini Konya’daki Karamanlılar’a ait Hoca Fakih Türbesi’nin (1455), silueti henüz açılmamış gül goncasına benzer beyaz mermer alemi teşkil eden boynuz şeklindeki alemler, eski bir Anadolu geleneğinin devamı niteliğindedir. Anadolu mimarisine ilk defa çatı örtülü ahşap bina tipini getiren Frigler’in milâttan önce VI. yüzyıla ait mâbed cephesi şeklindeki kaya kabartmalarının alınlık tepelerinde, boynuz biçimi cami alemlerinden hiç farkı olmayan alemler görülmekte ve bunların sanıldığı gibi boynuz olmayıp boynuz şeklinde, muhtemelen ahşaptan yapılmış alem oldukları açıklıkla anlaşılmaktadır (bk. Akurgal, levha IVa). Bu ilk boynuz alemler, Anadolu İslâm mimarisinde de aynı şekil ve aynı fonksiyonla yaşamaya devam etmişler ve gönder alemi olarak da ordu ve tekke sancaklarında çokça kullanılmışlardır. Tekke ve yeniçeri sancağı alemleri arasında Bektaşî tacı ve el (pençe-i Âl-i abâ veya halk arasında sanıldığı gibi Hz. Fâtıma’nın eli) şeklinde olanlar da yekün tutmaktadır.