Dinin gerek fertler gerek toplumlar için lüzumlu bir müessese olduğu şüphesizdir. İnsan, bedenden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yine insan tabiatta yaşayan yüz binlerce canlı türü içinde yegâne şuurlu canlıdır. Yani insan akıl sahibidir; gerek kendi benliğinde, gerek dış dünyada olup biten davranış ve hadiselerden haberdardır. Başka bir deyişle insan fiilen vardır ve mevcudiyetini bilmektedir. Bu bakımdan insan düşünen bir canlıdır. O, geçmişini, şu andaki durumunu ve geleceğini düşünür: “Ben nereden geldim, dünyadaki görevim nedir ve sonum ne olacaktır?” diye.
Maddeyi incelemekle meşgul olan pozitif bilimler, insana ne geçmişi, ne geleceği hatta ne de dünyadaki görevi hakkında bir şey söylemek yetkisine sahiptir. Bu bilimler ona, yalnız içinde yaşadığı tabiatı tanıtır, ondan faydalanma yollarını gösterir. Geriye felsefe ile din kalır. Tarih boyunca düşünürler, ortaya koydukları sistemlerle insanın bu sorularına cevap vermeye çalışmışlar, fakat tatminkâr, açık, tutarlı ve kalıcı çözüm şekilleri bulamamışlardır. Bu tür izahlar karşısında, doğuştan bir sonsuzluk duygusuna sahip bulunan insan ruhu ve düşüncesi aynı soruları sormaya devam etmiştir: “Ben nereden geldim, görevim nedir, sonum ne olacak?”
İşte bu sorulara cevap bulan, insan düşüncesini aydınlığa kavuşturan, ona ruh sükûneti ve gönül huzuru sunan dindir. O, diyor ki: Ey insanoğlu! Bütün kâinatı ve onun bir parçası olan seni yaratan Allah’tır. Seni yeryüzüne yerleştiren, oradaki her nimeti senin için yaratan, tabiattaki her şeyi senin emrine ve hizmetine veren O’dur. Dünya hayatının sonunda ölüm vardır. Ölümden sonra âhiret denen ikinci hayat başlamaktadır. Bu hayat sonsuzdur. Senin vazifen, en değerli sermayen olan ömrünü harcarken dünyadan nasibini unutmaman, âhiret yurdunun saadetini sağlamandır.
Ruhumuzun ihtiyaçları sonsuz, gönlümüzün istekleri sınırsızdır. İçinde yaşadığımız tabiat ise sınırlı, sahip olabileceğimiz imkân ve fırsatlar da sayılıdır. Peki, bu engin ruhumuzu ne ile doyurmalı, bu hassas gönlümüzü nasıl dindirmeliyiz? Filozofların düşünceleri, ilim adamlarının deney, gözlem ve teknik buluşlarıyla mı? Hayır… Bunlar olsa olsa biricik gerçeğe ulaşmak yolunda zihnimiz, gönlümüz ve ruhumuz için atlama taşları olabilir. Biricik gerçek, dinin, hak dinin sunduğu gerçektir, “yaratana hürmet, yaratılmışlara şefkat” diye ifade edilen “saygı ve sevgi”den ibarettir. Bu sevginin yaratana yönelmiş olanı “iman” ve “ibadet”, yaratılmışlara yönelik bulunanı ise insanlar arası müeyyideli ve müeyyidesiz ilişkiler (muâmelât ve ahlâk) tarzında şekillenir. Düşünceleri, duyguları ve bütün ruhî güçleriyle birlikte insanı geliştiren, olgunlaştıran, fazilete ve ebediyete ulaştıran sistem sadece bu ilahî sistemdir.
Uçsuz bucaksız kâinatın içinde yaşayan insan, özü ve iç dünyası çok yüce olmakla birlikte maddesi ve cüssesi ile cılız bir varlıktır. Şu bir gerçektir ki dün de bugün de, insanlık, büyük bir çoğunlukla elem ve ıstırap içindedir: Hastalıklar, âfetler, savaşlar, yoksulluklar, mahrumiyetler, ayrılıklar, buhranlar, sıkıntılar… Istırapları dindirmek, elemleri gidermek için insan kudreti, insan ömrü kâfi gelmiyor. İnsan üstü ve madde ötesi yüce bir varlığa, sonsuz bir kudret sahibine bağlanmaktan başka çare kalmıyor.
Dünyada bir türlü gerçekleştirilemeyen mutlak adaletin tecelli edeceği, ayrılıkların sona ereceği ikinci bir hayat olmalıdır. İnsanoğlu, o yüce varlığın sonsuz kudretine sığınarak onun sevgisinden katlanma azmi ve yaşama aşkı almalı, mutlak adalet ve saadet gününe doğru uzanmalıdır. Bütün bunları dinden başka hiçbir sistem, hiçbir düzen temin edemez.
İnsan tek başına yaşayamadığı için hemcinsleriyle bir arada bulunmaya mecbur bir varlıktır. Bu “bir arada” oluşun insan şanına yaraşır bir şekilde devam edebilmesi için fertler arasında hak ve vazifelerin belirlenip bunlara göre hareket edilmesi gerekmektedir. İnsanlık tarihi göstermiştir ki bu “hak” ve “vazifeler”in tespitinde ve hele bu iki konuda benimsenen prensiplerin uygulanmasında büyük farklılıklar, ihmaller, istismarlar ve zulümler ortaya çıkmıştır.
Bugün XXI. yüzyılın başında, keyifleri, kinleri ve sadece kendi menfaatleri uğrunda binlerce, on binlerce insanı öldüren, evsiz barksız, yurtsuz bırakan fert, grup ve toplumların bulunduğunu bilmekteyiz. İletişim vasıtalarının kulaklarımıza sunduğu haberler, gözlerimizin önüne serdiği manzaralar herhangi bir dinin, vicdanın, selim yaratılışın kabul edeceği şeyler değildir.
Vahşi hayvanlar arasında bile cereyan etmeyen bu kanlı saldırılar, bu hayâsız tecavüzler, baskı ve zulümler, bütün dünya milletlerinin gözü önünde ve teknik vasıtaların desteğinde yapılmaktadır. Demek ki asırlar boyu filozofların ortaya koyduğu teoriler, ilim adamlarının gerçekleştirdiği buluşlar, teknik elemanların meydana getirdiği vasıtalar, bütün insanların refah ve saadetini sağlayacağı yerde kuvvetlinin zayıfı ezmesine sebep olmuştur.
Toplumlar ilahî kaynaktan gelen tâlimata uymadıkça, insan eliyle değiştirilmeyen semavî kitaba inanmadıkça, hak ve vazife mefhumları kutsal bilinmedikçe birbirine “insan” gözüyle bakamayacak, huzur ve sükûn içinde bir arada yaşayamayacaktır.
Gerçi beşer türünde doğuştan mevcut olan ve “vicdan” diye adlandırılan bir kabiliyet vardır. Kişi bu yeteneğiyle genellikle iyiyi kötüden ayırt ettiği gibi iyiliği yapmaya ve kötülükten kaçınmaya zorlanır da! Aynı zamanda iyilik yapıldığında ruhta bir ferahlık ve zevk, kötülükte de ıstırap ve sıkıntı hissettirir.
Fakat hemen ilâve edelim ki tek başına vicdan, her zaman ve her konuda doğruyu tespit edemediği gibi iyiliği yapmak, kötülükten uzaklaşmak için yeter derecede bir itici kuvvet de olamamaktadır. Çünkü vicdan cehalet, bâtıl inançlar ve kötü âdetlerle gölgelenebilir. Ayrıca iç tepkiler ve dış tahriklerin tesiri altında kalabilir.
Vicdan ancak dinin kılavuzluğu ve mânevî müeyyidenin desteği altında doğru yolu bulup izleyebilir. Hz. Peygamber böyle bir vicdana sahip bulunan sahâbîye şöyle buyurmuştur: “İyilik ile kötülüğün ne olduğunu sormaya gelmişsin. Kendine sor! İyilik kalbin ve nefsin (vicdan) rahatlıkla benimsediği şeydir, kötülük (günah) ise kalbe dokunan, gönülde tereddüt bırakan şeydir, insanlar sana fetva verse de!”