Hadis, söz demektir. Peygamberimizin söylediği kabul ya da iddia edilen sözleri ya da eylemleri kastetmek için kullanılan bir kelimedir. Sünnet de izlenen yol ve örnek alınan yöntem gibi bir anlama gelmektedir. Sünnet de yine peygamberimizin söylediği ya da uyguladığı kabul veya iddia edilen şeyleri ifade etmek için kullanılır. Her iki kavram da Kur’an’da kelime olarak yer alır ancak hiçbir ayette peygamberimizin Kur’an vahyi dışındaki sözlerini ya da uygulamalarını ifade etmek için kullanılmaz. Sünnet ifadesi Allah için kullanıldığı yerlerde sünnetullah olarak kullanılır ve Allah’ın değişmez kanunu/yasası ve yolu/yöntemi/uygulaması gibi anlamlara gelir. Kur’an ayetleri hem hadis (söz) bakımından Allah’tan daha doğru kimsenin olamayacağını vurgular hem de karşılarında okunup duran Allah’ın apaçık ayetlerinden başka insanların hangi hadise (söze) inanacaklarını sorar. Kur’an’ın, uydurulacak bir hadis/söz olmadığını aksine onun önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcı, inanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmet olduğunu ortaya koyar. Kur’an, ‘ahsene’l-hadîs’ yani en iyi ve en güzel sözdür. Buna rağmen ayetler, insanların bir kısmının bilgisizlikle insanları Allah yolundan saptırmak için hadis/laf eğlencesi edineceklerine mucizevi şekilde dikkat çeker. Bundan sonra da Allah insanlara, Kur’an’dan sonra artık hangi hadise/söze iman edeceklerini sorar. Dolayısıyla Allah tarifsiz rahmeti ve engin hikmeti gereği, bu türden ayetleri ile inananların dikkatini çekmiş ve din adına Kur’an’dan başka sözlere itibar edenlerin olacağını ve peygamberimiz üzerinden de birtakım sözler uydurulacağını önceden haber vermiştir. Ayetlerde arı, duru, saf, şirkten ve inkârdan uzak olan halis dinin yalnız Allah’a ait olduğu hatırlatılmıştır. Peygamberimiz de dini yalnız Allah’a has kılmış, o dine hiçbir şey katmamış, hiçbir eksiltme yapmamış, din adına yalnız Allah’ın ayetleri ile hareket etmiştir. Çünkü kendisine bu gerçeğe uygun hareket etmesi emredilmiştir. Oysa insanlar, peygamberimizin yetindiği ayetler ile yetinmemiş ve dini yalnız Allah’a has kılmak ve yalnız O’nun ayetlerini esas almak yerine din adına girdikleri üretimle Allah’ın dinini tanınmaz hale getirmişlerdir. Kur’an’da Allah’a ait olan dini O’na öğretmeye kalkanlara “Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?” denilmesi ve “Allah’ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?” diye sorulması boş yere değildir. İnsanların bu hataya düşmelerinin nedeninin boş sözlere aldanmak olduğu bildirilmektedir.
Geleneksel din anlayışı hadisi ve sünneti dinin ikinci kaynağı olarak konumlandırmış ve yaygın görüşe göre Kur’an’ın doğru anlaşılıp uygulanabilmesini hadis ve sünnete muhtaç kılmıştır. Oysa dinin gerçek ve tek kaynağı olan Kur’an’da, peygamberimizin söz ve uygulamaları anlamına gelen hadise ve sünnete dolaylı yoldan dahi bir gönderme yapılmamıştır. Zaten her iki kavram da Kur’an’da bu anlamlarda kullanılmamıştır. Hiçbir ayette peygamberimizin Kur’an ayetleri dışındaki sözleri ya da uygulamaları esas alınmaz. Onlara yönelik bir referans bulunmaz. Çünkü ayetlere göre dini anlamda bağlayıcı olan tek kaynak Kur’an’dır. Allah Kur’an’ı ayrıntılı bir biçimde indirmişken din adına nasıl olur da Allah’tan başka bir hakem aranır? Hüküm yalnız Allah’ındır ve sonunda herkes O’na dönecektir. İnsanların çoğu bu gerçeği göz ardı etse de dosdoğru din, hükmün yalnız Allah’a ait olduğu dindir. Çünkü Allah, hükmüne/hükümranlığına hiç kimseyi ortak kılmamıştır. Peygamberimiz insanları yoldan çıkartma ya da onları doğru yola sokma gücüne sahip değildir. Onun görevi, sadece Allah’tan gelen ve O’nun mesajlarından oluşan esasları tebliğ etmektir. Hakkında ayrılığa düşülen her konuda hüküm yalnız Allah’a aittir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler ise zalimlerin ta kendisidir. Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir? Allah, doğru yola girmek isteyeni, indirmiş olduğu Kitap ile hidayete erdirir. Allah, Kur’an’a uymayı peygamberimize de tüm insanlara da farz yani gerekli kılmıştır.
Kur’an birbirinden farklı bu kadar çok konuya temas etmesine ve yaklaşık üçte birlik bir bölümünü kıssalara ayırmış olmasına rağmen dinin ikinci ama uygulamada birinci kaynağı konumuna getirilen hadis ve sünnete vurgu dahi yapmamış olmasının kabul edilebilir tek açıklaması dinin Kur’an dışında bir kaynağının bulunmamasıdır. Hadis ve sünnetin dindeki yeri ve önemi ilk dönemlerden itibaren tartışma konusu olmuştur. Peygamberimizin Kur’an dışında yazılı bir kaynak bırakmaması, birtakım söz ve eylemlerinin kişisel tercihlerine dayalı olması gibi konular hadis ve sünnetin dindeki yeri ve otoritesinin ne olması gerektiği konusunu daima gündemde tutmuştur. Hiç şüphesiz peygamberimiz kendisine Allah’ın elçisi olma şerefi verildikten sonra birçok sözler söylemiş ve çeşitli davranışlarda bulunmuştur. Bu son derece doğaldır. Ancak bu söz ve davranışların dini bir kimlik kazanabilmesi ve bağlayıcı olabilmesi için mutlaka Kur’an’a dayalı olması gerekir. Oysa peygamberimiz Kur’an dışında dini anlamda bağlayıcılığı olacak başka bir vahiy almış değildir. O’nun günlük yaşamda yapıp ettikleri ya da söyledikleri vahiy değildi. Şayet Kur’an dışında söyledikleri de vahiy olsaydı peygamberimiz bunca ayette Allah tarafından uyarılmazdı, hata ve günahı olmazdı,791 insanlara danışmazdı,792 herhangi bir konu ile ilgili ayet beklentisi içinde olanlara karşı Allah’tan bir ayet gelmesini beklemezdi.793 Yine kendisine sorulan sorular ile ilgili açıklama getiren ayetlerin başında “Sana soruyorlar. De ki” şeklinde ifadelerin ve sorulara yönelik açıklamaların gelmesi gerekmez, doğrudan kendisi bu sorulara açıklık getirebilirdi.794 Ya da ayetler ile açıklanmamış bir konu hakkında peygamberimizden fetva istediklerinde peygamberimiz hükmünü verebilir ve o konuda fetvanın Allah’tan gelmesini beklemeyebilirdi. Ancak ayetler istedikleri fetvayı Allah’ın verdiğine dikkat çekmektedir.795 Demek ki peygamberimizin her söz ve eylemi vahiy değildi. O da konuların açıklık kazanabilmesi için Allah’tan gelecek vahyi beklemekteydi. Yine Kur’an ayetlerinin kendisine vahyedilmesi dışında Allah ile sürekli bir irtibat halinde de değildi. Çünkü peygamberimiz muhtemelen bir süre vahiy gelmeyince ve bu şekilde Allah’ın desteğini göremeyince hüzünlenmiş ve Rabbinin ona darıldığını ve terk edip bıraktığını düşünerek ümitsizliğe kapılmıştı. Rabbi ise ayetleri ile onun gönlünü ferahlatmıştır. Yine muhtemelen karşılaştığı zorluklar ve üstlendiği ağır yük karşısında çaresiz ve yardımsız kaldığını düşündüğü zamanlarda daha önceden kendisine nasıl yardım edildiği hatırlatılmak suretiyle Allah tarafından gönlüne ferahlık verilmişti.
Geleneksel kaynaklarda, yanındaki inananların aldığı bazı kararlar ve söylediği bazı şeyler nedeniyle peygamberimize bu şeylerin Allah’tan gelen vahiy mi yoksa kendi görüşü mü olduğunu sordukları görülmektedir. Peygamberimiz de vahiy değilse kendi görüşü olduğunu ifade etmektedir. Peygamberimizin yanındakiler gerektiğinde bu görüş ve düşünceleri nedeniyle onunla tartışabilmekte ve hatalı gördükleri şeyleri düzeltebilmektedirler. Şayet bu aktarılanlar doğru ise demek ki peygamberimiz de yanındakiler de her yaptığı ve söylediği şeylerin vahiy olmadığının bilincindedir. Çünkü kendisini düzeltenlere itiraz etmemekte, aksine memnun olmakta ve dünya işlerini onların daha iyi bileceklerini söylemektedir. İnananlar da Kur’an ayeti olmayan hususlarda gerektiğinde peygamberimizi eleştirebilecek tavır ve kararlılığı gösterebilmektedir.
Ancak buna rağmen, peygamberimize dayandırılan sözlere halkın dikkat kesilip ilgi göstermesinin de etkisi ile zamanla “hadis borsası” oluşmaya başlamış, maddi manevi itibar kazanmak adına bunu fırsata çevirmekten geri kalmayan bazı kimseler de “hadis şampiyonluğuna” aday olmuşlardır. Sayıları günden güne artan rivayetler, sayıları az olsa da peygamberimize ait olabilecek sözleri gölgede bırakmış ve hakla batıl birbirine karışmıştır.
Peygamberimizden hemen sonra iktidar karmaşası ve siyasi mücadeleler baş gösterdi. İlk dönemlerde her türlü kargaşa ve komplolara rağmen mümkün olduğunca birlik içinde kalınmaya çalışılmıştı. Ancak bu çabalara rağmen ilk halife olan Hz. Ebu Bekir hariç diğer üç halife bu çabalarının bedelini canları ile ödemek zorunda kaldılar. Bu süreçte ortaya çıkan fitneler sonucu bir yandan Müslümanlar birbirlerine kıyarken diğer yandan siyasi hak ve iktidar için, peygamberimiz üzerinden hadis üretme faaliyetleri de başlamıştı. Bilindiği gibi Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Cemel vakası, Sıffin savaşı, Harura olayı, Kerbela faciası gibi fitneler sahabe döneminin en büyük fitneleri olarak İslam tarihi içindeki acı yerini almışlardı. Bu fitneler sebebiyle de hem kişiler hem de davalar uğruna çokça yalanların söylendiği ve asılsız rivayetlerin ileri sürüldüğü bir döneme girilmiştir.
Daha ilk dönemlerden itibaren çeşitli sebeplerle kimi kişi ve çevreler tarafından peygamberimizden hiç işitilmemiş olmasına ve Kur’an ayetlerinin açık beyanlarına rağmen birtakım sözlerin peygamberimiz üzerinden üretilmeye başlandığı bilinmektedir. Kur’an’dan eksiltme ya da Kur’an’a ilave yapma imkânı bulamayanlar önce Kur’an’ın din konusunda tek otorite olması gerçeğini gölgeleyerek Kur’an’ın konum ve derecesini düşürmüş ve ardından üretilen bir yığın rivayetin Kur’an’ın yanına ikinci bir kaynak olarak konulması süreci baş göstermiştir. Böylece yavaş yavaş Kur’an ve peygamber tasavvurumuzda sapmalar ortaya çıkmış ve peygamberimiz açık bir şekilde istismar edilmiştir. Konu ile ilgili şu tespitler son derece önemlidir: “İslam ümmetinin şahıs planında en büyük otoritesi Resulullah, İslam’ın geleceği ile ilgili siyasi ve ictimai sahalarda bile, kendisine başvurulan bir kaynak durumuna getirilmiş, ona çözdürtülmedik bir mesele, neredeyse, bırakılmamıştır. Saltanat davaları, fıkhi meseleler, akidevi ihtilaflar… hususiyetle de İslam’ın geleceği. Bunlarla ilgili çevrelerin Peygamber’e tutunmalarının başlıca sebebi, kitabi kaynak Kur’an-ı Kerim’e, tevil dışında eklemede bulunma imkânının olmadığıydı. Tek imkân, beşeri otorite Hz. Peygamber’i, hadisler kılığına büründürerek beyanlar yoluyla istismar etmekte idi. Bu sebeple, hadis yapım atölyeleri hizmete sokuldu. Bu teşebbüslerin, hicretin daha ilk yarım asrında sahabe arasında vuku bulmuş siyasi ihtilaf ve harplere muvazi (paralel) olarak yeşermeye başladıklarına dair kaynaklarımızda yeterli bilgiler vardır. Hevesatın804 hizmetine sokulmuş hadis imalatı bilhassa Emevi ve Abbasiler zamanında hız kazanınca, bunun toplumda vücuda getireceği tehlikeye bizzat büyük muhaddisler ikazda bulunma ihtiyacı duydular. Emevi devrinin hafız muhaddislerinden Abdulkerîm ibn Mâlik el-Cezerî’ye (ö.745) Haricilerden birisinin ne demiş olduğunu hatırlayalım: “Bu hadis dindir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin. Biz bir işin olmasını istediğimizde, onu hadis haline getirirdik… Basralı zahid muhaddis Hammâd ibn Seleme’ye (ö.784) bir Rafizi şeyhin, tövbe ettikten sonra söyledikleri de, aynı endişeyi dile getirmektedir: “Bizler bir araya geldiğimizde bir şeyi güzel bulursak onu hadis haline sokardık.” Bu metodun, akidevi ve siyasi sahada başarı kazandığı görülünce, imalat çeşitlerinin genişlemesi kaçınılmazdı… Şunu bilelim ki Peygamber istismarı, İslam dünyasının her yerinde elden ele dolaşan eserlerle, günümüzde de bütün canlılığıyla hüküm fermadır (sürmektedir).”
Peygamberimizden sonra ortaya çıkmaya başlayan olaylar bir yandan Müslümanların ayrılığa düşerek birbirlerine karşı cephe almaları sürecini hazırlarken bir yandan da her kesimin bu süreç içinde kendini haklı çıkarmak, toplum içinde itibar kazanmak, yanında yer aldığı kişi ve grupların haklılığını savunmak uğruna peygamberimiz üzerinden onun adına hadisler üretilmeye ve peygamberimizin istismar edilmeye başlandığı görülmektedir.
Peygamberimizin istismar edilişi ve hadis üretimine temel teşkil eden olayların Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle doruk noktaya ulaştığı, Müslümanlar arasındaki siyasi, dini ve sülalevi ayrılık ve kopuşların bu cinayet ile birlikte daha da arttığı ve bunu takip eden dönemlerin Müslümanların birbirlerini katletmeleri ve iktidar için mücadele etmeleri ile devam ettiği görülmektedir. Peygamberimiz döneminde tek vücut olan Müslümanlar, siyasi ve sülalevi ayrılıklar ile çeşitli gruplara bölünmeye başlayınca İslam toplumu içinde fikri ve itikadi fırka ve cereyanlar ortaya çıkmış ve en önemlisi de peygamberimiz dönemindeki ilkeli ve duyarlı İslami duruşun bozulmasıyla peygamberimize en yakın olan seçkin sahabelerin siyaset üzerindeki gücü etkisini yitirmiştir. Durum böyle olunca ortaya çıkan bu fitne ve karmaşaların önceden peygamberimiz tarafından haber verildiğine dair gaybi bilgiler içeren, iktidara talip olan grupların kendi haklılıklarını kabul ettirmeye onlara liderlik edenleri övmeye, karşı grupları ve onların başını çekenleri ise yermeye yönelik ileri sürülen iddialardan oluşan, söz konusu siyasi anlaşmazlıklar ve iktidar mücadeleleri karşısında tarafsız kalanların bu tarafsızlıklarının nedenini ortaya koyan ve en nihayetinde Emevi yönetimi sonucunda ortaya çıkan iktidar çevreleri ile saray ilahiyatçılarının ürünü olarak üretilen birçok rivayetin hadis olarak peygamberimiz üzerinden meşru kılındığı ve böylelikle her grubun kendini haklı göstermeye çalıştığı görülmektedir. Bunu takip eden süreçte ise bir yandan fıkhi mezhepler ile ilgili rivayetlerin üretilmeye diğer yandan ise tek uğraş olarak kendilerini ibadete vermeyi seçmiş ve dünya işleri ile alakalarını kesmiş kişi ve grupların sûfîlik eğiliminin bir ürünü olarak ortaya çıkardıkları rivayetlerin peygamberimize isnat edilmeye başlandığı bilinmektedir.
“Bu çeşit misallerin bize öğrettiği şey, Hz. Peygamber’in, İslam ümmetinin ictimai, siyasi ve şahsi davaları için bir istismar mevzûu (konusu) edilmiş olduğu keyfiyetidir. Goldziher (ö.1921) şunları söylemekte pek haksız olmasa gerektir: İslamiyet’te her türlü cereyan, ifadesini hadislerde bulmuştur ve hangi sahada olursa olsun, bu birbirinden ayrı çeşitli fikirler arasında hiçbir fark yoktur. Bilhassa siyasi fırkalar mevzuunda öğrendiğimiz şey, aynı zamanda fıkhi ihtilaflar, münazaalı akidevi hususlar vs. için de aynı değerdedir. Her re’y (görüş) veya heva (istek/heves), her sunne (adet/ yol/davranış) veya bid’a (sonradan ortaya çıkan inanç ve davranışlar) ifadesini hadis şeklinde aramış ve bulmuştur.”
Hadis uydurma ve uydurulan şeylerin peygamberimize aidiyeti ile ilgili dayanak oluşturma çabasının hayatın her alanını ilgilendiren konuları içerecek şekilde yaygınlık kazandığı bilinmektedir. Çünkü gerektiği gibi dini hassasiyet taşımayan ya da kişisel çıkarını Allah’ın dininin ve resulünün örnekliğinin önüne geçiren kişi ve gruplar için “Allah resulü şöyle buyurdu” demekten daha kolay bir şey olmasa gerektir. Öyle ki uydurulan bir kısım hadislerin iyi niyetler ile uydurulmuş olmaları da bu durumun hiçbir türlü kabul edilemez olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Kur’an’a ilave ya da ondan eksiltme yapamayanlar zaman içinde peygamberimiz üzerinden birçok söz ve uygulama uydurdular. Peygamberimiz henüz hayattayken bile üretilmeye başlanan ancak en başta peygamberimiz tarafından karşı çıkılıp yazımı yasaklandığı kabul edilen bu sözler kendisinin vefatından sonra yüzlerce yıl üretimde olmaya devam edildi. Üretilen bu söz ve uygulamalar ile İslam inancını tanınmaz bir hale soktular. Üretilen bu söz ve uygulamalar sayısal olarak öyle boyutlara ulaştı ki peygamberimiz tüm yaşamı boyunca yiyip içmeden uyku dahi uyumadan ve hiç susmadan konuşmuş olsaydı dahi bu kadar söz sarf etmesi mümkün değildi. İslam adına uydurulanlar İslam’ın başına en büyük dert oldular. İnsan aklına, vicdanına ve yaratılışına aykırı olan kabul ve uygulamaların tamamına yakını Kur’an dışı kaynaklara dayanmaktadır. İslam peygamber merkezli değil vahiy merkezli bir inanç sistemiydi. İslam’ın bu en temel hareket noktası ciddi anlamda tahrip edilip zedelendi. Bir de içine önceki din mensuplarının uydurma inanç ve kabulleri boca edilince din tam anlamıyla tanınmaz hale getirildi. Oysa peygamberimiz dinin kaynağı değil Müslümanların güzel bir örneğiydi. Onun örnekliğinin öğrenileceği yer de başka kaynaklar değil doğrudan Kur’an-ı Kerim idi. Çünkü O, din adına kendi arzusuna göre değil Allah’ın vahyine göre konuşmakta idi. O da dini, Allah’ın vahyi olan Kur’an’dan öğrenmişti. Kur’an’dan önce kitap nedir, iman nedir biliyor değildi. Kendisine bir vahyin geleceğini bekliyor da değildi. İnsanlara din adına sadece Allah’ın ayetleri olan Kur’an’ı tebliğ etmişti. Çünkü Kur’an, onunla insanları uyarması için vahyedilmişti. Allah’ın sözlerini kendiliğinden değiştirmesinin mümkün olmadığının ve sadece kendisine vahyedilene uyması gerektiğinin bilincindeydi. Çünkü kendisine insanları Kur’an ile uyarması emredilmişti. “Bunlar Allah’ın şunlar da benim sözlerim” dememişti. Çünkü kendi sözleri vahiy değildi. Kendi sözlerinin Allah’tan geldiğini iddia edemezdi. Şayet kendi sözleri de vahiy olsaydı onları da Kur’an ayetleri gibi
kayıt altına aldırması ve ezberletmesi gerekirdi. Kur’an ile karışmaması için bunun yapılmadığının iddia edilmesi de mantıklı ve tutarlı değildi. Şayet peygamberimizin sözleri de vahiy olsaydı, Kur’an ile karışmasının sorun edilmemesi gerekirdi. Peygamberimizin Kur’an dışı sözleri vahiy değilse o sözleri kayıt altına aldırmaması beklenirdi. Peygamberimizin sözleri de vahiy olmasına rağmen peygamberimiz tarafından kayıt altına aldırılmadıysa o zaman bu tutum peygamberimizin elçilik görevini eksik yaptığı anlamına gelecekti. Dini anlamda bağlayıcılığı söz konusu olan tek vahiy Kur’an-ı Kerim’dir. Bu yüzden peygamberimiz sadece Kur’an ile hükmetmiş ve sadece Allah’ın sözlerini referans alarak hareket etmiştir. Bu yüzden kendi sözlerini ya da kişisel tercihlerini din haline getirmemiştir. Vahiy olmadıkları için onları da Kur’an gibi kayıt altına aldırmamıştır.
Bir canlının insan olarak yaratılması ve akıl sahibi kılınması diğer canlıların yanında şerefli ve üstün tutulması demektir. Allah’ın insanlar arasından bir insanı kendisine elçi olarak seçmesi ise bir insanın getirilebileceği en büyük makam, sahip olunabilecek en büyük lütuf ve şereftir. Dolayısıyla hem peygamberimiz hem de diğer peygamberler seçilmiş ve seçkin kişilerdir. İnsanlığın güzide birer örneğidirler. Bu yüzden Allah’ın kendilerine vermiş olduğu seçkinlik ve görev dışında bir tanım ve yakıştırmaya ihtiyaç duymazlar.
Peygamberler din kurmazlar; Allah’tan vahiy yoluyla kendilerine gelen dini insanlara tebliğ eder ve en güzel şekilde yaşayarak örnek olurlar. Dinin ne olduğunu ve sınırlarını belirleyen otorite peygamberler değil, Allah’tır. Allah bunu vahiy yoluyla ortaya koyar. İslam dininin içeriğini ve çerçevesini Kur’an belirler. Peygamberler din adına Allah tarafından belirlenmiş olan kurallara uyarlar. Allah’ın belirlemiş olduğu kurallar dışında kural koyamaz, Kur’an’da olmayan haram ve helaller oluşturamazlar. Peygamberleri, Allah’ın belirlemiş olduğu sınırların dışına çıkarmak, Allah tarafından kendilerine verilmemiş yetkiler ile donatmak, dini anlamda, vazifelendirildikleri ve şereflendirildikleri vahyin dışında hareket edebileceklerine inanmak, ağızlarından ve ellerinden çıkması mümkün olmayacak söz ve eylemleri -Allah’ın apaçık ayetlerine rağmen- onlara isnat etmek ve üstelik tüm bunları “peygamber sevgisi” olarak tanımlamak kabul edilebilir değildir. Peygamberimizi dinin içinde Allah ile birlikte ikinci bir otorite konumuna getirmek “peygamber sevgisi” değil; peygamberimize yapılacak en büyük ihanettir.
Bu türden bir sevginin, hesap günü Allah’ı da peygamberimizi de razı edecek bir sevgi olmadığı açıktır. Allah’ın rızasına ve buyruklarına uygun bir yaşam sürmenin ve peygamberimize olan sevgi ve muhabbetimizi göstermenin yolu, ondan bize kalan tek kutsal miras olan Kur’an’a sarılmak ve din adına ortaya çıkan tüm aksaklıkları onunla gidererek dini özüne yani hak ettiği değere döndürmekten geçmektedir. Peygamberimize “Sen, sana vahyedilene (Kur’an’a) sımsıkı sarıl!” ve “Sana vahyedilene uy!” diyen Allah bizim din adına Kur’an’dan başka bir şeye uymamızdan ya da Kur’an’dan başka bir şeye sarılmamızdan razı olur mu? Şüphesiz olmaz. Ya Allah’ın resulü ile bize ulaştırmış olduğu Kur’an yoluna tabi olarak Allah tarafından indirilen dini yaşayacağız ya da Kur’an’dan çıkması mümkün olmayan geleneksel bir peygamber tasavvurunun peşine takılarak din adına uydurulmuş inanç ve kabullerin ortağı ve savunucusu olacağız. Peygamberimiz Allah tarafından kendisine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirmiştir.
Beraberinde getirdiği mesajların kendisine ait olmadığı ve dini kuralları koyanın Allah olduğunu insanlara bildirmesi için bu konuda onlarca ayet indirilmiştir. Dinin tek kaynağının Kur’an olduğunu ve peygamberimizden sonra kendisi adına birçok söz ve uygulama üretilip uydurulduğunu söyleyen kişileri “peygamber düşmanı” ya da “hadis inkârcısı” gibi tanımlamalar ile etiketlemeye çalışanlar Allah’a, Kur’an’a ve peygamberimize korkunç iftiralarda bulunulan rivayetleri din sayarak Allah’ın arı duru dinini inkâr ettiklerinin ve peygamberimize de iftira ettiklerinin farkına bile varamamaktadırlar. Bu sözlerin peygamberimize ait olamayacağının söylenmesi peygambere düşmanlık etmek değil ona gerçek anlamda sahip çıkmaktır. Hangi söz ve eylemin peygamberimize ait olabileceği ile ilgili Kur’an dışı kaynakları değil Kur’an’ı esas almaktır. Bu şekilde doğru ve örnek alınabilir bir peygamber anlayışına sahip olmaktır. Ancak oluşturdukları algı operasyonları ile hakikati söyleyen insanları itibarsızlaştırmak için bu iftirayı atmakta ve insanların haksızlığa uğramalarına neden olmaktalar. Bu hataya ve tuzağa düşmemek için Müslümanların akıllarını kullanması ve Allah’ın ayetleri olan Kur’an’a sarılması gerekir. Din adına mutlak gerçek bizim ya da bir başkasının söylediği değil Allah’ın söylediğidir. O sözler de başka kaynakların değil sadece Kur’an’ın içindedir.824 Kur’an ayetleri açık bir biçimde daha önce kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve Hıristiyanların Tevrat’ı, İncil’i ve Allah tarafından indirilmiş olan Kur’an’ı uygulayıncaya kadar doğru bir şey üzerinde olamayacaklarını haber verir.825 Doğru yol üzerinde olmak ancak Allah’ın indirmiş olduğu vahye uymakla mümkün olabilir. Allah tarafından indirilmiş olan vahyin dışına çıkanlar, doğru yolun da dışına çıkarlar. Ayetlerde, kendilerine Tevrat’ı taşıma sorumluluğu verilip de onu taşımayanların durumu kitaplar taşıyan eşeğin durumuna benzetilir. Bu yüzden Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve dikkate almayan bir toplumun örneği çarpıcı bir biçimde dile getirilir. Allah, zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmeyecektir. Bu türden örnekler daha önce kendilerine kitap verilmiş olanları kınayalım diye değil aynı hatalara düşmeyelim diye verilmektedir.
Kur’an dışında hiçbir kaynak din adına hüküm koyamaz, Kur’an’ın yanına dahi konulamaz. Bu kaynaklar ancak Müslümanlar için tarih ve kültür bilgisi sayılabilir; din sayılamaz. Kur’an’da din adına gerekli olan her şeyin bulunmayacağını bu yüzden bu kaynaklara da ihtiyaç olduğunu iddia etmek Müslüman olan birine yakışmaz. Allah tarafından dinin olgunlaştırılıp tamamlandığını, O’nun sözlerinin hem doğruluk hem de adalet bakımından eksik kalmadığını ve O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet olmadığını, kitapta herhangi bir şeyin eksik bırakılmadığını açıkça söyleyen ayetlere rağmen bu hataya düşenler, hesap günü Allah’ın huzurunda duramaz. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet olmadığını söyleyen ayetin Allah’ın işiten (Semî) ve bilen (Âlim) isimleri ile bitmesi de son derece anlamlıdır. O’nun sözlerini değiştirmeye kalkacak olanların söyleyecek olduklarının Allah tarafından hem işitileceği hem de en iyi biçimde bilineceği hatırlatılmaktadır. Söz konusu ayetin hemen ardından gelen ayette ise bu gerçeğe rağmen geleneğin ve çoğunluğun arkasına sığınanlara gereken cevap verilir ve yeryüzündeki çoğunluğun, kendilerine uyanları Allah yolundan saptıracaklarına çünkü onların zandan başka bir şeye uymadıklarına vurgu yapılır. Bu yüzden ayetlerde peygamberimize ve onun üzerinden tüm inananlara bilmeyenlerin isteklerine değil vahye uymaları noktasında açık uyarıda bulunulur. Çünkü Kur’an, bütün insanlar için basiretler, kesin olarak inanan bir toplum için yol gösterici bir rehber ve rahmettir. Peygamberimizin ahiretteki şikâyetine göre onun toplumu Kur’an’ı dışlanmış bir halde tutarak yalnızlığa terk edecektir. Allah ise zikrinden yani Kur’an’dan yüz çeviren kullarını, ayetlerini görmezlikten gelmeleri nedeniyle dünya hayatında sıkıntılı bir hayat ile yaşatacak ve ahirette kör olarak diriltecektir. Ahirette kör olarak diriltilen kişi: “Rabbim! Beni neden kör olarak dirilttin? Hâlbuki ben gören biriydim” diyecektir. Allah ise şöyle buyurmuş olacaktır: “İşte bu şekilde sana ayetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün sen de aynı şekilde unutulacaksın!” Yine ayetlerde açık bir biçimde kim Rahman’ın zikrine yani Kur’an’a karşı kör davranıp ondan yüz çevirirse, yanından ayrılmayan bir şeytanın ona musallat edileceğine, bu şeytanların, onları doğru yoldan alıkoyacaklarına ancak buna rağmen bu kimselerin kendilerinin doğru yolda olduklarını sanacaklarına dikkat çekilir. Allah’ın bunca açık ve anlaşılır ayetine rağmen Allah’ın dinine değil de insanlar tarafından üretilen ve Allah’a öğretilmeye kalkılan dine yönelmekte ısrar eden biri için başka söze gerek yok demektir. Gerisi insanların tercihidir. Herkes tercihinin hesabını verecektir. Rabbinin zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirenler, şiddeti artan bir azaba sürüklenecektir. Allah’ın apaçık ayetleri insanlara gerçeği getirmişken, bu gerçeğin, Kur’an’a aykırı olan şeyler ile karıştırılmaması ve gerçeğin asla gizlenmemesi gerekir. Daha önce kendilerine kitap verilmiş ve bu hataya düşmüş olanların uyarılması boş yere değildir.
İnsanların yaptıklarını Allah’a ya da dine fatura etmek haksızlık olur. O insanlar yaptıklarını Allah ya da din adına yaptıklarını düşünüyor ya da iddia ediyor olsalar da durum değişmez. Önemli olan Allah’ın ne dediğidir ki onun için de Allah’ın insanlığa son sözü olan Kur’an’dan başka alınacak kesin bir ölçümüzün olmadığı bilinmelidir. Zira hem peygamberimizin hem de tüm peygamberlerin örnekliğinin ilahi vahye dayalı olduğunda şüphe yoktur: “Müslümanlar için ortak değer Kur’an’ın önerdiği Müslümanlıktır. Kur’an dışı her şeye din kültürü olarak bakılmalıdır. İslam dinini gönderen yüce Allah’tır. Biz, dini Allah’a has kılmak zorundayız. İslam dini Kur’an’dan ibarettir. Daha doğrusu, Kur’an’ı anlama adına geliştirilen yorumlama biçimlerinin ortak değer olma imkânı yoktur. İnsani anlayışlar din sayılamaz… Her Müslüman neslin, İslami ilkeleri, geleneğin algılarından değil, Kur’an’da belirtilen olgulardan çıkartması gerekir.”
Emre Dorman