Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız “imanda tevhit” prensibi, imanın fikir ve bilgi ile ilgili (nazarî, teorik) yönünü teşkil ediyordu. Bu, zihnî ameliyeye dayanır. Yani İslâm’ın getirip sunduğu imanî tevhit, ona inanan insanların, zihinlerini işletmek ve bilgi edinme kabiliyetlerini harekete geçirmek suretiyle anlayacakları, kabul edecekleri gerçeklerden ibarettir, Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek bilmek gibi. Buna “ilmî tevhit” de diyebiliriz. Bir de amelî tevhit vardır. Bu, zihniyle Allah’ın birliğini kavrayan insanın kalbiyle O’nu sevmesi, davranışlarıyla bu sevgisini ispat etmesidir. Bu davranışlar da ibadetlerdir. İmanda tevhit insanın zihnini (düşüncesini), ibadette tevhit ise onun kalbini (duygusunu) aydınlatır. İmanda tevhit insanın fikir hürriyetini, ibadette tevhit ise duygu hürriyetini sağlar.
Düşünce tarihinde her sistem, kendine göre bir yaratılış felsefesi (kozmogoni) yapmaya çalışmıştır. Kimine göre kâinat ezelden beri vardır, maddenin bir yaratıcısı yoktur. O, kendi kendine oluşup varlığını sürdürmektedir (materyalist felsefe). Düşünürlerin ve dolayısıyla insanların çoğunluğuna göre ise kâinatı yaratan ve idare eden, madde ötesi bir varlık, yani Allah vardır. Şüphe yok ki peygamberler de Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ etmişlerdir.
Nice insan vardır ki kâinatı yaratan ve idare edenin Allah Teâlâ olduğunu, hatta Allah’ın, zatında ve sıfatlarında bir olduğunu bilgi olarak kabul eder. Onların zihinleri, yaratılış felsefeleri içinde Tanrı’nın varlığını savunan düşünce tarzını tercih eder. Ancak biz böylelerine “mümin” diyememekteyiz. Çünkü bunlar Allah’ı bilmişler, fakat O’nu sevmemişlerdir. Başka bir deyişle ilmî ve zihnî tevhidi gerçekleştirmiş, fakat amelî ve kalbî tevhide ulaşamamışlardır. “Bilmek başka şey, inanmak başka şeydir.” Bilmek zihnin fonksiyonudur. İnanmak, zihnî fonksiyona iradenin de katılmasıdır. İman bilgi ile sevginin bir araya gelmesinden doğar.
Allah sevgisi ibadetle kendini gösterir. İbadet “boyun eğmek, itaat etmek” mânasına gelir ki Türkçe’de “kulluk” ve “tapınmak” kavramlarıyla karşılanabilir. Müslümanların en çok tekrar ettikleri kelime-i tevhiddeki “ilâh” kelimesi “mâbut” (tapacak) mânasına gelir:
“Yoktur tapacak, çalaptır ancak.”
İbadette tevhit, tapılmaya, boyun eğilmeye, en çok sevilmeye, son noktasına kadar tâzim edilmeye lâyık olanın sadece Allah Teâlâ olduğuna inanmak, bu gerçeğe gönülden bağlanmaktır. İbadette tevhidin ruhu ihlâstır. İhlâs, sadece Allah rızasını gaye edinmek, dinî davranışlarında sevgi ve samimiyetten başka bir hedef gözetmemektir. Beş vakit namazda kırk defa okuduğumuz Fâtiha sûresinde bu samimiyet prensibini günde kırk defa tekrar etmekteyiz:
“Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.”
Kişiler sevgi, saygı ve şükran bağlarıyla birbirine bağlı olabilirler. Bu, tabii ve değerli bir şeydir. Bir müslüman elbette anasına, babasına, hocasına, mürşidine, büyük bildiği kimselere karşı hürmet ve tâzim duyguları besler. Ancak bu hürmet ve tâzimler, hiçbir zaman, konu edindiği kimseyi “insan üstü” bir seviyeye çıkarmaz. Müslüman, şahsiyetli insandır, Allah’tan başkasına kul-köle olmaz, Peygamber’e bile, çünkü o da bir insandır. Kaynakların kaydettiğine göre Resûl-i Ekrem, kendisine secde etmek isteyen bir sahâbîyi menetmiş ve bunun İslâm’da câiz olmadığını ifade buyurmuştur.
İslâm dininde imanî tevhide çok önem verildiği gibi amelî tevhide de son derece özen gösterilmiş, ibadette tevhidi zedelemeye sebep olabilecek her şey yasaklanmıştır. Resûlullah kabirlerin üzerinde namaz kılınmasını menetmiş ve “Şunu biliniz ki insanların en kötüsü peygamberlerinin kabirlerini namazgâh edinen kimselerdir.” “Peygamberlerinin kabirlerini namazgâh edinen kimseleri Allah kahretsin.” buyurmuştur. Müslümanların en çok kullandıkları cümlelerden biri şudur: Allâhüekber ( ). “Allah en büyüktür.” veya “Allah yegâne büyüktür” (sadece O büyüktür, O’ndan başka büyük yoktur) tarzında mânalandırabileceğimiz bu cümle hem zihnî, hem de kalbî tevhidin çok güzel bir örneğini teşkil etmektedir.
O Allah ki varlığında en büyüktür. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Varlığında başkasına muhtaç değildir. O’ndan başka her şey sonradandır, yaratılmıştır, fânidir, O’na muhtaçtır.
O Allah ki sıfatlarında en büyüktür. Sıfatlarının da varlığı başlangıçsız ve sonsuzdur. En üstün dereceye sahiptir. Kimseye benzemez, kimse O’na benzemez.
O Allah ki fiillerinde en büyüktür. Yegâne yaratıcıdır, O’ndan başka yaratıcı yoktur.
O Allah ki ibadet edilmeye lâyık olan sadece O’dur, kendisinden başka mâbut yoktur. Huzurunda eğilmeye, secde edilmeye hak kazanan sadece O’dur.
“Allâhüekber”, fert ve toplum olarak müslümanların hayatına girmiş çok kısa, fakat çok anlamlı bir cümledir. Dinî hayatın devam ettiği müslüman bir toplum düşünelim. Bu toplum içindeki müslüman, günde beş defa ezan dinler, müezzinle birlikte otuz defa Allâhüekber cümlesini tekrar eder. Beş defa kâmet getirir, yine otuz defa Allâhüekber der. Her gün kıldığı kırk rekât namaz içinde 221 defa Allâhüekber okur. Şayet namazların sonunda tesbih çekerse 165 defa Allâhüekber der. Böylece müslüman, hem zihnî, hem de kalbî tevhidin sembolü olan tekbiri yirmi dört saat içinde 446 defa okumuş veya dinlemiş olur.
Tekbirin ayrıca hac vazifesinin yerine getirilmesi sırasında, ramazan bayramında, kurban bayramı günlerinde, kurban kesme sırasında, cenazede, yolculuktan önce, yolculuk sırasında ve dönüşte, savaşlarda, hatta uykudan önce emir veya tavsiye edildiği de hatırlanınca tevhit inancının müslüman hayatında ne kadar büyük bir önem kazandığı, bu akîdenin korunmasına, bu şuurun devam ettirilmesine ne derece özen gösterildiği kolaylıkla anlaşılmış olur.
Zihnî tevhit faydalı bilgiyi yani imanı, kalbî tevhit makbul ameli (amel-i sâlih) doğurur. Bu ikisi de saadeti sağlar, dünya ve âhiret saadetini. Şu âyet-i kerîme bu mutlu sonucu kutlamaktadır:
“İman edip de iyi işler (amel-i sâlih) yapanlara ne mutlu! Dönüp gidecek güzel yurt da onlara aittir!”