Biraz önce de belirtildiği gibi iman, bir kalp ve gönül hadisesidir. Altı ana prensip halinde sıralanan iman esaslarını kavrayan akıl, onların gerçekliğini tasdik eden de kalptir. Bu sebeple iman, dinin nazarî (teorik) yönünü teşkil eder. İslâm’ın şartlarına gelince, bunlar eyleme ve bir iş yapmaya sevkeden hususlardır, namaz kılmak, oruç tutmak gibi. Bu konular da İslâm’ın amelî (pratik) yönünü oluşturur.
Eskiden beri âlimler kâmil imanı tarif ederken şöyle demişlerdir: “İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel etmektir.” Bu tarif, iman esasları ile İslâm şartlarını birleştirmiş bulunmaktadır. Ancak âlimlerimizin büyük çoğunluğu, aslında bir kalp ve ruh hâleti olan imanı tahlile tâbi tuttuklarında, onun aslî unsurunun tasdikten ibaret olduğu sonucuna varmışlardır. Bir insan İslâm’ın sunduğu iman esaslarını kalbiyle tasdik ettiği takdirde Allah nezdinde mümindir. Ancak diliyle ikrar etmedikçe, yani kalbindeki tasdiki haber vermedikçe -ki bunun en kısa ifadesi kelime-i tevhidi söylemektir- onun mümin olduğu bilinemeyecek ve insanlar arasında müslüman telakki edilemeyecektir.
Uzuvlarla amel etmeye, başka bir deyişle namaz kılmaya, oruç tutmaya gelince, yine âlimlerimize göre bunlar imanı teşkil eden unsurlardan değildir. Şu halde iman esaslarını kalbiyle tasdik eden, bunun yanında Allah’ın kesin emir ve yasaklarının gerçekliğini de benimseyen, fakat amelde eksiği bulunan, ilahî emirlerin tamamını yerine getirmeyen ve yasaklarının tamamından kaçınmayan kimse yine mümindir. Tabiatıyla böyle bir kimse dinin pratik hükümlerini yerine getirmediği, farzları ifa etmediği, haramlardan kaçınmadığı için günahkârdır. Ayrıca böylesi, amel ile beslenmeyen ve nerede ise kuru bir iddiadan ibaret kalan imanını hayatının sonuna kadar koruyamama tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Taklidî İman-İstidlâlî İman
Bilindiği üzere çocuğa, ilk dinî duygular içinde bulunduğu çevreden gelir, tıpkı ana dili gibi. Çocuk, aklını kullanma devresine gelmeden önce bunları benimser. Buna “taklidî iman” diyoruz. Erginlik çağına gelmiş, akıl yürütme yeteneğini elde etmiş, nesne ve olaylar arasında karşılaştırma yapacak seviyeye ulaşmış her insan daha önce öğrendiği dinî gerçekleri akıl süzgecinden geçirmeye, onların doğruluğunu yeniden tasdik edip benliğine mal etmeye mecburdur. Buna da “istidlâlî iman” diyoruz. Burada söz konusu edilen fikrî muhakemenin illâ da mantık kurallarına dayalı teknik bir muhakeme (kıyas) olması gerekmez. Söz konusu edilen şey, aklı başında her insanın yapabileceği basit, tabii ve olağan bir akıl yürütmeden ibarettir. Böyle bir tefekkür işlemine tâbi tutulmayan ve taklit seviyesinde kalan iman tabir câizse iğreti bir inançtır; karşı görüş ve telkinlere mâruz kaldığı takdirde direnç göstermekten âcizdir. Çocukların ve gençlerin aile ile okul çevrelerinde din eğitimine tâbi tutulması iman hayatı bakımından son derece önemlidir.
Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar
Buraya kadar çeşitli yönleriyle anlatmaya çalıştığımız iman esasları karşısında insanları üç gruba ayırmak mümkündür:
- a) Müminler. İnananlar, iman esaslarını kalben tasdik edenler. Başka bir deyişle Cenâb-ı Hak’tan alıp insanlığa tebliğ ettiği kesinlikle bilinen konularda Muhammed aleyhisselâmı tasdik edenler. Bunlar dünyada müslüman muamelesi görür (ölünce cenaze namazları kılınır vb.). Âhirette, günahkâr iseler bir müddet azap görebilirler, fakat eninde sonunda cennete girer, ebedî kurtuluşa ererler.
- b) Kâfirler. Gerçeği örtenler, iman esaslarından birini veya birkaçını inkâr edenler. Böyleleri dünyada insan haklarına sahip olmakla beraber müminlere has haklardan mahrum kalırlar. Âhirette ise ebedî azaba çarptırılırlar.
- c) Münafıklar. Hakikat karşısında ikiyüzlü davrananlar, kalben inanmadıkları halde dış yüzleriyle “müslümanız” diyenler, müslüman görünenler. Münafıklar, müslümanların arasına karıştığı ve iç yüzlerinin bilinmesi mümkün olmadığı için insanlar tarafından müslüman telakki edilir ve dünyada mümin muamelesi görür. Fakat Allah katında kâfir olduklarından âhirette ebedî azap içinde kalırlar. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Allah, muhakkak ki münafıkları da kâfirleri de cehennemde hep beraber bir araya getirecektir.”
“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt tabakasındadır. Artık onlara hiçbir yardımcı bulamazsın.”
İslâm’ın Mahiyeti
İslâm sözlükte, “teslim olmak, boyun eğip itaat etmek” demektir. Buradaki itaat, dinin hükümlerini benimsemek mânasına gelir. Âlimlerimizin çoğunluğuna göre iman ile İslâm birer terim olarak aynı mahiyettedir. Her mümin müslimdir (müslümandır) ve her müslim mümindir. Resûl-i Ekrem “iman”ı altı esasa inanmakla, “İslâm”ı da beş şartı yerine getirmekle tarif etmiştir. Bu tariflere göre söz konusu iki terim arasında fark var gibidir. Ancak dikkat edildiği takdirde “İslâm” için sayılan şartların (kelime-i şehâdet, namaz, zekât, oruç, hac) iman sahibi bir kimsede tabii olarak görülecek fiiller olduğu anlaşılır. Yani Hz. Peygamber, iman ile amel arasındaki münasebeti göstermek istemiş ve dindarlığın iki unsurunu, içteki inançla dıştaki fiili birleştirmiştir. Nitekim başka bir hadislerinde iman ile ibadetin kişide meydana getirdiği olgunluğa işaret ederek şöyle buyurmuştur:
“Müslüman, diğer müslümanların dilinden ve elinden emin olduğu kimsedir.”
İman ile amel arasındaki münasebet konusuna son vermeden önce bir noktaya daha temas edelim. Mümin vasfını kazanmak ve ebedî kurtuluşa erişmek için tereddütsüz ve eksiksiz bir imana sahip olmak gerekir. İman olmadan yapılacak iyilikler, işlenecek güzel ameller kurtuluşa götürmez. İmansız amel temelsiz binaya, buz üstündeki yazıya benzer. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuyla ilgili birçok âyetten biri de şudur:
“Kim imanı tanımaz, inkâr yoluna saparsa bütün yaptıkları boşa gider; böylesi âhirette de en çok ziyana uğrayanlardan biridir.”