Kur’ân-ı Kerim’de dünya ve âhiret saadeti iki şarta bağlanmıştır: İman ve amel. İslâm dininin nazarî ve amelî (teorik ve pratik) yönlerini teşkil eden bu iki esası kendisinde birleştiren insan, gerçek mânada dindardır. Tevhit dini olan İslâmiyet’te iman “Allah’ın birliği” temeli üzerine oturduğu gibi bütün çeşitleriyle amel ve ibadetler de sadece “Allah rızası” için yapılır. Bunlardan birincisi imanda tevhidi, ikincisi de amelde tevhidi teşkil eder.
İmanda tevhit, Allah Teâlâ’yı zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir ve tek kabul etmek, bu noktalarda O’na ortak koşmamaktır.
Allah’ın Zatında Tevhit
Allah’ın zatı, kendisi demektir. O’nun zatında tevhit, kendisinin birliğini, tek, yegâne ve biricik olduğunu kabul etmekten ibarettir. Allah’ın varlığı konusunun çeşitli yerlerinde belirttiğimiz üzere insan, kendisine ve yaşadığı tabiata hâkim bir kuvvete, yaratılışı itibariyle inanmak ihtiyacındadır. Bu beşerî ve ruhî ihtiyaç, tarih boyunca kendisini hissettirmiş, çeşitli insan toplulukları doğru veya yanlış bir tanrı inancına bağlanagelmiştir.
Denebilir ki inanç tarihinde dikkati çeken, inkâr değil şirktir. İnsanlar, dün de bugün de, büyük bir çoğunlukla (bir yoruma göre ittifakla) tanrının mevcudiyetinde yanılmamış, fakat onların bir kısmı Allah’ın birliğinde ve O’nun kemal sıfatları konusunda doğru çizgiden ayrılmışlardır. Dün, daha çok bilgisizlikten, bugün ise iradesizlikten… Bunun için bütün peygamberler ümmetlerine tevhidi telkin etmeye çalışmıştır.
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona şunu vahyetmiş olmayalım: Benden başka Tanrı yoktur. Yalnız bana ibadet edin!”
Aslında Allah’ın varlığı, aklı yerinde olan ve onu kullanmak isteyen kimseler için nasıl tabii bir şey ise O’nun birliği de tabii ve kaçınılmaz bir gerçektir. Bu gerçeği sezmekte insanın karşısına çıkan iki engel var: Akıl nimetinden mahrum olmak veya akla sahip olduğu halde onu kullanmamak. Birinci hastalığa müptelâ olanların sayısı hem azdır, hem de beşerî planda ve Allah katında sorumlu değillerdir. İkinci hastalığa yakalananlara gelince, bunlar aklı olup da düşünmek istemeyenler, gözleri olup da gerçeği görmezlikten gelenler, kulakları olup da doğru haberi dinlemeyenlerdir. Peygamberler bunları uyarmak için gönderilmiş, hakîmler bunlara öğüt vermek istemiş, bilginler bunlara ışık tutmaya çalışmış, gönül adamları bunların kalbini yumuşatmayı ummuş, terbiyeciler bunların iradesini kuvvetlendirmeyi hedef edinmiştir. İşte ilahî uyarının birkaç örneği:
“De ki: Hamdolsun Allah’a, selâm olsun onun seçip ayırdığı kullarına! (Şimdi düşünün) Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları nesneler mi?” (59)
“Evet, onlar mı, yoksa gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indiren mi? Doğrusu biz, o su ile bir ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler bitirdik. Allah ile birlikte başka bir tanrı mı? Hayır, onlar Allah’a ortak koşmayı âdet edinen kimselerdir.” (60)
“Yoksa yer küresini karargâh yapan, orasından burasından ırmaklar akıtan, ona has sabit dağlar yükselten, iki denizin arasına (tuz miktarları karışmasın diye) engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir tanrı mı? Besbelli ki onların çoğu bilmiyorlar.” (61)
“Yoksa çaresiz kalanın yalvarışlarına cevap veren, sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün vârisleri ve hükümdarları kılan mı? Allah ile beraber başka bir tanrı mı? Siz ne kadar az düşünüyorsunuz?” (62)
“Yoksa kara ve denizlerin karanlıkları içinde size yol bulduran, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir tanrı mı? Doğrusu Allah, onların koştukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (63)
“Yoksa yaratmayı başlatan, sonra onu devam ettiren, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah ile birlikte başka bir tanrı mı? De ki: Eğer haklı ve samimi kimselerseniz getirin delilinizi!” (74)
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın birliğini ifade eden birçok âyet vardır. Müslümanların, hayatlarında en çok tekrar ettikleri söz kelime-i tevhiddir:
“Lâ ilâhe illallâh .
“Allah’tan başka tanrı yoktur.”
Lâ ilâhe illallâh: Müslümanların bayrağıdır.
Lâ ilâhe illallâh: Cennetin anahtarıdır.
Lâ ilâhe illallâh: Allah’ı anmanın en üstün derecesidir.
Lâ ilâhe illallâh: İnsanın hürriyeti, can ve mal güvenliğidir.
Akıl nimetinden yoksun olmayan, kültür derecesi ne olursa olsun kendi seviyesinde aklını kullanma iradesine sahip bulunan herkes tabiattaki birlik, beraberlik, âhenk ve düzeni sezer. Milyarlarca insan, hayvan, bitki ve cansızlar âlemi… Milyarlarca yıldızlar, gezegenler… Gözle görülen ve görülmeyen varlıklar… Bunca çokluk ve çeşitlilik karşısında her bir âlemi kendi içindeki tezatlara rağmen âhenk içinde devam ettiren, bütün bu âlemleri düzenleyip kâinatın birliğini sağlayan, ilmin ve sanatın en büyük harikalarını göstererek idare eden sonsuz kudret sahibi Allah, zatında bir, sıfatlarında tek, fiillerinde yegâne olmaz mı? Müslümanlar günün beş vaktinde kıldıkları kırk rekât namazda kırk defa “el-Hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” cümlesini tekrar ederek bu evrensel gerçeğin şuurunu muhafaza ederler: “Bütün övgü ve senâlar, âlemleri yaratıp geliştiren, idare eden biricik Allah’a lâyıktır!”
Kur’ân-ı Kerim insanın bu şuuruna, bu anlayışına hitap etmekte, ibret nazarıyla kâinata bakmasını ve onu incelemesini istemektedir. Bu suretle insan Allah’ın hem varlığını hem birliğini idrak edecek, çokluktan kurtulup “bir”liğe ulaşacaktır.
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, şüphe yok ki kâinatın düzeni bozulurdu.”
Yahudilerle hıristiyanlar, ilahî dinlere bağlı oldukları halde, Allah’a evlât nispet etmişler, birinciler Üzeyir’i, ikinciler de Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu zannetmişlerdir. Şüphe yok ki bu inanç da, Cenâb-ı Hakk’ın zevcesi olduğunu söylemek de tevhidi bozan bâtıl akîdelerdir.
“Allah, asla evlât edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı her bir tanrı kendi yarattığına sahip çıkar, tanrıların bir kısmı diğerini yenip üstün gelirdi (kâinatın düzeni bozulurdu). Allah, müşriklerin yakıştırdıkları vasıflardan yücedir.”
“Gökleri ve yeri yokken var eden O’dur. Nasıl olur da çocuğu olabilir ki O’nun hiçbir zaman eşi bulunmamıştır. Her şeyi yaratan O’dur. Her şeyi hakkıyla bilen de O’dur.”
Müslümanlar günde kırk defa, namaz içinde okudukları Fâtiha sûresinin sonunda Allah’a nispet edilen bâtıl inançları reddetmekte ve bunlardan O’na sığınmaktadır:
“Bize doğru yolu göster; gazabına uğrayanların ve sapmışların yolunu değil, lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu!”
Allah’ın Sıfatlarında Tevhit
Cenâb-ı Hak zatında her bakımdan bir ve tek olduğu gibi sıfatlarında da birdir. Allah Teâlâ’yı anlayabilmemiz için kendisinin bize bildirdiği vasıflara, özelliklere O’nun sıfatları denilmiştir: Varlığının başlangıcı olmamak, sonu olmamak, bilir, işitir ve görür olmak gibi. Kur’an’da ve hadiste Cenâb-ı Hakk’a nispet edilen sıfatların bir kısmı sadece kendisine has olup, O’ndan başka hiçbir varlık için söz konusu edilemez. Bir kısmı da kelime ve kavram olarak yaratıklar -meselâ insanlar- için de kullanılır: Bilmek, işitmek, görmek gibi. Bununla beraber O’nun bütün vasıfları mahiyeti, iç yüzü, aslî özellikleri bakımından kendisine özgüdür, hiçbir yaratığın sıfatına benzemez. Örnek verelim:
- Hayat (diri olmak).
İnsan için düşünüldüğünde,
– Sonradan edinilen,
– Varlığı başkasından olan,
– Devamı için belli şartlara ihtiyaç hissettiren,
– Sonu olan bir sıfattır.
Allah için düşünüldüğünde,
– Varlığının başlangıcı olmayan,
– Varlığı başkasından olmayan,
– Devamı için hiçbir şarta muhtaç bulunmayan,
– Sonlu olmayan bir sıfattır.
- İlim, (bilici olmak).
İnsan için düşünüldüğünde,
– Sonradan kazanılan,
– Elde edilmesi öğrenim gibi sebeplere bağlı bulunan,
– Sınırlı olan,
– İnsanın ölümüyle son bulan bir sıfattır.
Allah Teâlâ için düşünüldüğünde,
– Varlığının başlangıcı olmayan,
– Varlığı kendinden olup başka sebeplere bağlı bulunmayan,
– Sınırlı olmayan,
– Hiçbir şekilde son bulup yok olmayan bir sıfattır.
İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerim’in şu âyetini tevhit konusunda ana prensip olarak kabul etmişlerdir:
“Hiçbir şey O’nun benzeri değildir
Yaratanla yaratılmış arasında hiçbir noktada ve hiçbir şekilde benzerlik yoktur, herhangi bir ortak nokta mevcut değildir. Bazı İslâm düşünür ve bilginleri bu konuda o kadar titizlik göstermiştir ki -hâlik ile mahlûk arasında benzerliğe meydan vermeyeceğiz diye- nerede ise Allah’ın bir kısım sıfatlarını inkâr etme durumuna düşmüşlerdir.
Yaratanla yaratılmışlar arasında benzerlik kurmamanın, başka bir deyişle Allah Teâlâ’yı sıfatlarında bir ve tek kabul etmenin hayatımıza yansıyan iki önemli neticesi vardır:
- a) Yüce Allah hakkında, O’nun şânına yakışacak şekilde saygılı ve ölçülü ifadeler kullanmak;
- b) Kendi değer hükümlerimize göre sevgi ve saygıya ne kadar lâyık olursa olsun hiçbir insan için beşer üstü bir özellik tanımamak, beşer üstü kavram ve ifadeler kullanmamak, hiçbir nesnede ilahî bir kutsiyet kabul etmemek.
Allah’ın Fiillerinde Tevhit
Fiil, “iş” demektir. Allah’ın fiilleri, O’nun yaptığı işler mânasına gelir. Bu “işler”, “oluşturmak” ve “yaratmak” kavramlarıyla özetlenebilir.
“Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi gözetleyen ve idare edendir.”
Kâinatı ilkin var eden, geliştiren, değiştiren, yaratma, geliştirme ve değiştirmeyi her an için yürüten yalnız O’dur. O’ndan başka her şey, her varlık, her olay yaratılmıştır, O’nun idaresi ve tasarrufu altındadır. O, yaratıcı olarak da tektir, kendisinden başka yaratıcı yoktur.
Hiçbir müslüman Allah’tan başkasını yaratıcı, yoktan var edici kabul edemez. Böyle bir telakki İslâm’ın tevhit inancına aykırıdır. Âlimlerimiz gerçek mânada olmasa bile (yani mecazi de olsa) “yaratmak” kavramının Allah’tan başkası için kullanılmasını İslâm âdabına ve konunun nezaketine uygun görmemiştir.