İnsan, inanan bir varlıktır. İlk insan Âdem aleyhisselâm aynı zamanda ilk peygamberdir. Onun eşi Havvâ anamız da inanmış, kocasıyla birlikte rabbine dua ve niyazda bulunmuştur. Bu ilk anne babadan türeyen insan nesli, yaratılışının tabii özelliklerini yitirmediği sürece daima inanmıştır. Söz konusu özelliklerini kaybettiği zaman insanî vasıflarından yoksun kalmış, dolayısıyla imandan da uzaklaşmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, gerçeği anlamayan, görmeyen ve istemeyen kimseler için
“Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar; onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” buyurulur.
Gerek tarihin çeşitli çağlarında gerek günümüzde insan nüfusunun büyük çoğunluğu inanmıştır, inanmayan gruplar daima azınlıkta kalmıştır. Burada şunu belirtmeliyiz ki söz konusu ettiğimiz inanç, insanın kendisine ve tabiata hâkim, sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının varlığına gönül bağlamasından ibarettir. İnananların bir kısmı, bu yaratıcının vasıfları konusunda yanılabilecekleri gibi O’nun gönderdiği emir, yasak ve tavsiyeleri hakkında da sağlam bilgiye sahip olmayabilirler. Kâinatı yaratan, geliştiren ve idare eden yüce varlığı en kâmil vasıflarla tanıtan, O’nun emir, yasak ve tavsiyelerini doğru olarak haber veren hak dindir. Hak din olan İslâmiyet’te bu varlığın adı Allah’tır.
“Bilmemek, tanımamak” mânasına gelen inkâr, “kâinatın, canlı cansız bütün varlıkların bir yaratıcısının olduğunu bilmemek, tanımamak yani Allah’ın varlığını kabul etmemek demektir. İnkârcılık, milâttan önceki yüzyıllardan itibaren var olagelmiş, her asırda az çok taraftar bulmuştur.
İman ve inkâr… Tarih boyunca bu iki anlayışın taraftarları arasında süregelen fikir mücadelesi üç önemli nokta etrafında toplanmıştır: İnsan-Kâinat-Allah.
İnsan, kendisinin var olduğunu bilmektedir. Etrafını saran tabiatı da görmekte, onun varlığından şüphe etmemektedir. O halde o, şöyle bir soru ile karşı karşıyadır: “Beni ve şu tabiatı yaratan kimdir?” İnsanın kendisi de tabiatın bir parçası olduğuna göre soru şöyle de sorulabilir: Kâinatı yaratan kimdir?
Bu problemin çözümünde ileri sürülebilecek ihtimalleri sıralayalım. Bu sıralamada münakaşanın dayandığı üç önemli noktayı da unutmayalım (insan, kâinat, Allah):
– Kâinatı insan yaratmıştır.
– Kâinat kendi kendini yaratmıştır.
– Kâinat yaratılmamıştır.
– Kâinatı Allah yaratmıştır.
İnsan, kâinatı kendisinin yaratmış olacağına hiç ihtimal veremez. Çünkü o, çok iyi bilir ki kâinat, kendisi doğmadan önce de vardı.
Kâinatın kendi kendini yaratmış olması ihtimali de normal bir düşünme kabiliyetine sahip insan için değer taşımaz. Çünkü bir şeyin yaratabilmesi, yaratıcı olabilmesi için kendisinin var olması gerekir. Burada yürüttüğümüz münakaşa şekline göre kâinat henüz yoktur. Yok olan, hiçbir şey yapamaz.
Üçüncü ihtimale gelince, “Kâinat yaratılmamıştır.” demek, olağanüstü güzel bir sanat eserini görüp de onu yapan bir sanatkârın bulunduğunu kabul etmemek, birçok hüneri olan bir makineyi inceleyip de onun bir yapıcısının mevcut olduğunu inkâr etmek demektir. Bununla beraber söz konusu görüşün taraftarları olmuştur. Biraz sonra bu problemi tekrar ele alacağız.
Yukarıda sıraladığımız çözüm şekillerinin sonuncusu ise kâinatı Allah’ın yarattığı görüşüdür. Diğer ihtimallerin hiçbiri insan aklı tarafından rahatlıkla kabul edilebilecek bir çözüm getiremediğine göre geride kalan biricik çözüm şekli budur. İnsanlık tarih boyunca büyük bir çoğunlukla bu görüşü benimsemiş, bütün dinler bunun üzerine kurulmuş, birçok felsefî sistem ve ilmî izah da buna dayanmıştır. Bu görüşün delillerini daha sonra söz konusu edeceğiz.
Kur’ân-ı Kerim’de konumuzla ilgili âyetlerin ikisi şöyledir:
“Yoksa onlar yaratan olmaksızın mı yaratıldılar ya da yaratıcıları bizzat kendileri midir?”
“Yoksa gökleri ve yeri (yani kâinatı) onlar mı yarattı? Hayır, onlar iyi düşünmüyor, iyi bilmiyorlar.”