İslam’ın genlere bakışı nedir? Kuran’ın genlere bakışı nedir? İslam’ın evrim teorisine bakışı nedir? İslam dini gen yapısı!

Dişi-erkek bütün hücrelerde kromozomlar ve genler bulunur. Kromozomun içinde geni kapsayan küçük bir çekirdek vardır. Genler, her canlı varlığın ve bu arada insanın özelliklerine etki yapan baş faktördür. Üreme hücresindeki sitoplazma ise kromozomu da geni de çevreleyen ve çeşitli kimyasal bileşiklerden meydana gelen olağanüstü bir maddedir. Yeryüzünde yaşayan bütün insanların ferdî özellikleri, psikolojileri, renkleri ve ırklarından sorumlu bu genlerin tamamı o kadar küçüktür ki bir araya getirilse bir yüksüğü bile dolduramaz.

Genler, o son derece küçük, mikroskopik varlıklar, bütün insan, hayvan ve bitkilere ait özelliklerin rakipsiz anahtarlarıdır. Milyarlarca insanın bütün ferdî özelliklerini kapsayan yüksük büyüklüğündeki hacim, şüphe yok ki çok küçük bir hacimdir. Fakat bu, üzerinde söz edilemeyecek bir gerçektir. Acaba genler ve onların etrafını saran sitoplazma, geçmiş atalardan insanlığa intikal eden soya çekim özelliklerini kendilerinde saklıyorlar mı? Yine bunlar pek minicik bir alan içinde her ferdin psikolojisini gizliyorlar mı? Ve burada saklananın, gizlenenin iç yüzü nedir? Bir tâlimat kitabı veya atomlar dizisi mi? Yoksa her şey tesadüfe mi bırakılmış?

Döl yatağındaki çocuk (cenin, embriyo) protoplazma halinden ırkî özelliklerine doğru gelişirken adım adım izlenebilen bir evrim geçirir, “genlerde ve sitoplazmadaki düzen” diye ifade edebileceğimiz bir gelişme kaydeder. O kadar ki bu ırkî gelişmesinde, cenini, ilk oluşumundan itibaren besleyen annenin bile büyük bir tesiri yoktur. Çünkü meydana gelecek çocuğun annesine mi, babasına mı benzeyeceğini kararlaştıran da bizzat genlerdir. Bu benzeyişi, doğumdan önce çocuğa yataklık eden ortamın sağladığını söylemek için elimizde herhangi bir kanıt yoktur.

Gelişme, normal olarak uzun “zaman bölümleri”nin geçmesini gerektirir, ancak bu sayede çeşitli değişiklikler meydana gelebilir. Uzun zamana bağlı olan bu gelişme, insan türünün devamlılığını, dayanaklılığını ve soya benzemesini sağlar. Gelişme, ruhun üflenişiyle en olgun derecesine ulaşır. Yüce yaratıcı bu önemli fonksiyonu sırasına ve düzenine koymuştur. İnsanoğlu, çocuğun döl yatağındaki gelişme inceliklerini anlamaz veya tezcanlılık eder diye, ulu yaratıcı, bu gelişme fonksiyonunu lüzumundan fazla hızlandırmamıştır. Daima yeni gelişmeler, gelişen varlıkta bulunan özelliklere ve bir de gelişmeye uygun düşecek bir ortamın bulunuşuna dayanır. Tesadüfün ve sonradan ortaya çıkan durumların evrime yaptıkları etki pek azdır. Böyle etkiler daha çok anne ile baba arasında bulunan ve soya çekim yoluyla evlâda geçen önemli ve belirgin bazı ayrı özelliklerde göze çarpar.

Bir kelebeğin başkalaşımını inceleyecek olursanız, onun yumurtadan çıktıktan sonra tırtıl halinde olduğunu görürsünüz. Tırtıl oburca yer, gelişir ve kendisini kısmen ipek olan bir tabakaya rahatça sarar, sonra krizalit haline gelir. Koza içindeki tırtılın vücudunu oluşturan dokuların çoğu çeşitli hücrelere ayrışır ve bir hücreler karşımı halini alır. Bu devrede bulunan bir tırtılı tahlil eden kimse, hücreler arasında hiçbir ayırım yapamaz, hatta o, bu karışımı bile farkedemez. Münasip bir zamanda krizalitteki her canlı hücre, kendisine uygun yeni bir evrim geçirir ve böylece krizalit canlıya ve yeni bir yaratığa evrimlenir. Bu hayvan artık kendisi için gerekli olan bütün fiziksel organlara ve yeni bir tırtılın karmaşık tabiatının yarısını meydana getirme gücüne sahiptir. Zamanı gelince koza açılır ve “kelebek” dediğimiz o enteresan yaratık dünyaya gelir.

Kelebeğin nazik kanatları, içi kan dolu bazı borucuklardan yapılmıştır. Kanat gittikçe şişer ve uçmaya elverişli bir hal alır. Bütün cazip renkleriyle havada uçan bir kelebeği mikroskopla inceleyecek olursak kanatlarının tüylü bir tabaka ile örtülü olduğunu görürüz. Asıl kelebeğin kanatlarındaki kırmızı, kahverengi, yeşil veya sarı her benek, yeni kelebeğin kanatlarında da aynı yerde bulunur. Yeni gelişen bir yavru kelebeğin benekleri her bakımdan ve aşağı yukarı mikroskopik bir uygunlukla onu doğuran dişi ve erkek kelebeklerdeki beneklerin aynıdır.

Şimdi kendi kendimize soralım: Genlerdeki bu “yön verici güç” nereden gelmektedir? Genler hücrelere komuta etmekte, hücreler de askerlerin komutanlarına itaat edişi gibi onların emirlerini yerine getirmekte ve bu karışık ilişkilerden doğan sonuç da bir matematik probleminin çözülmesi gibi her yönden doğru çıkmaktadır.

Rengin, belirli dalga uzunluğuna sahip ışınların belirli maddeler tarafından emilmesiyle meydana geldiği söylenir, bu maddeler, diğer dalga uzunluklarını da yansımaları için serbest bırakır. Işık dalgaları oldukça büyüktür. Çünkü inç (parmak) başına 33.000 ile 36.000 arasında yayılır. Halbuki diğer dalga veya ışınlar, inç başına telsiz için birkaç km. X ışınları, radyum için 10 milyon veya daha fazla yayılır.

Gelecekte ne gibi yeni buluşlarla karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Sıcak ülkelerde yaşayan bir çeşit kelebek vardır ki kanatları, saydam bir maddeden yapılmış çok ince bazı levhaların teşkil ettiği tabakalarla örtülüdür. Işık bu kelebeklerin kanatlarına girdikten sonra, bazan opalin (panzehir taşı) renkleri arasında görebildiğiniz tatlı bir mavi ile yansır. Eğer kelebeğin kanat kalınlığında santimin 5000’de 1’i kadar bir değişiklik meydana gelse bu ışık olayı ya değişir veya tamamen yok olur. Demek ki “genler” işleri öyle ayarlıyor ki binlerce nesil geçtiği halde herhangi bir değişiklik olmuyor!

Genlere radyum veya diğer ışınlarla etki yapmak mümkündür. Böyle bir etki sonunda kanatsız sinekler, şekli bozulmuş bitkiler ve birçok şaşırtıcı anormallikler elde edilebilir. Bilginler, bir gün, belki tabiatın sanatına güzellik katabileceklerdir, fakat bunu yapabilmek için çok kıymetli bilgiler elde etmeleri gerekir. Bu bilgiler sayesinde de biyoloji, tıp ve fizik ilerleyecektir.

Şimdiye kadar bildiğimize göre bütün hayat bir tek hücreden gelmektedir, elimizde başka türlü sonuç doğuracak herhangi bir kanıt yoktur. Görülebildiği kadarıyla bütün canlı türleri arasında, yaratılış karakteri bakımından aşılması mümkün olmayan derin uçurumlar vardır. O kadar ki birbirine yakın olan türler bile gerçekten ayrı ayrı yaratılışlara sahiptir. Birçok hayvan da ayrı karakterde iki türü döllendirme kudretini kısa zamanda kaybeder. Söz gelimi katır, atın ve eşeğin yavrusu olduğu halde bir katır nesli yoktur. Geriye, hayatın asıl kaynağına doğru gittikçe “çevreye uyma” olayının daha yaygın olduğunu görürüz. Hatta öyle bir zaman düşünebiliriz ki canlının çevreye uyma gücü ileri derecede bulunuyordu ve yeryüzü -bugün de büyük çapta olduğu gibi- o zamanlar, “her biri kendi türünden olan” canlılarla dopdoluydu. Bugünün midyesi ve ahtapotu, bunların her ikisi de yumuşakçalardandır, fakat her birinin “çevreye uyma” faktörü ile zamanla aldığı şekil öyle bir ayrılık arzetmiştir ki ikisinin de aynı türden olduklarına inanmak güç bir şey olmuştur.

Canlılar arasındaki bu ayrılma olayı da hayatın ilk dönemlerinde meydana gelmeye başladığından her bir yaratık zamanla özel bünyesine bürünmüş, geri dönme veya yeniden kendisine başka bir şekil verme gücünü kaybetmiştir. İşte bu hayvanlar, değişik şartlara ayak uydurma yeteneklerini büyük çapta kaybettiklerinden, birçok hayvan türünün nesli kesilmiş, diğerleri için de yaşama imkânı kalmamıştır.

Evrim Teorisi ve İnsan-Maymun İlişkisi

İnsan da en üst derecede bir hayvandır, onun yapısı maymun türünün yapısına benzer. Fakat bu iskelet benzerliği, hiçbir zaman bizim maymun neslinden geldiğimizin veya maymunların az gelişmiş bir insan türü olduğunun kanıtı değildir.

Gerçi morina balığı ile mezgit balığının her ikisi de suda yaşamakta, aynı gıda ile beslenmekte ve oldukça birbirine benzer bir iskelete sahip bulunmaktadır. Fakat hiçbir kimse morina balığının mezgit balığından evrimlenerek meydana geldiğini ileri süremez. Olsa olsa şunu söyleyebiliriz: Bilinmeyen eski bir zaman içinde, her iki balığın şekil kazandığı sırada her iki türe de düzen veren paralel bir zorunluluk varmış.

İlim, insan elindeki başparmağa, onun çeşitli alet ve silâhları tutma gücüne dikkat çeker ve bunu, insanın -diğer canlılardan farklı olarak- ilerlemesi için önemli bir faktör kabul eder. Maymunun hiçbir yarar sağlamayan başparmağı ise, insan elindeki başparmağın maymunlarınkinden evrimlenmediğinin bizzat ve kesin bir delilidir; maymunlar ki ağaçlar üzerinde yaşarlar ve başparmakları da bu yaşayışa uygun bir karakter arzeder. Çünkü tabiat hiçbir zaman kaybolmuş bir imkânı iade etmez. At, bugün, son derece elverişli, özel bir parmak (tırnak) üzerinde yürür; at zamanla kaybettiği o parmaklara hiçbir vakit tekrar sahip olamayacaktır. Şunu da söyleyelim ki bundan en az 2 milyon yıl önce yaşayan atalarımızın ne gibi evrimler geçirdikleri konusunda gereğinden fazla ve ciddi bir şekilde kendimizi meşgul etmemiz doğru değildir. Bununla beraber öyle anlaşılıyor ki “kayıp halka” konusundaki araştırmaların mânasızlığı çok geçmeden ortaya çıkacaktır.

Melezleştirme yoluyla meydana getirilen yeni yaratıklar, isteyerek elde edilen yeni bir tür gibi görünür. Meselâ tazı, pekin köpeği ve kısa burunlu fino köpeği (pug), hepsi de köpek türündendir. Şayet bunlar sonradan edindikleri özellikleri korumak için yetiştirilecek olursa aynı şekilde devam ederler. Fakat kendi başlarına bırakılırsa, özenle yetiştirilen bu hayvanlar türlerine, muhtemelen kurta dönüşürler. Bununla beraber bulundukları ortama iyice uyumları sağlanır ve bir de melezleştirilmezlerse yeni bir köpek türü olarak ürer giderler.

Güvercin de yeni türler elde etmek için eskiden beri, belki tarihin başlangıcından itibaren terbiye edilmiştir. Yelpaze gibi kuyruğu olan ve kursağını şişirme yeteneğine sahip bulunan güvercinler bunlardandır. Bazı hilkat garibeleri de vardır. “Genler”, bunları eski hallerine çevirmek için pusu kurup bekler. Aslına dönmekte olan güvercinin örneklerini herhangi bir şehrin caddelerinde görebilirsiniz, çünkü onların ortak ana karakterlerini ve renkteki nihaî beraberliğe olan eğilimi hemen farkedersiniz. Biz insanlar içten gelen bir duygu ile melez hayvanlardan hoşlanmayız. Beş ayaklı veya çift başlı bir inek görmekten ürkeriz. Buna karşılık sevecen, olumlu, sıcak insanlardan hoşlanırız. Bize göre insanların en çok sevilmeye lâyık olanı, çocukları uğrunda kendisini harcayan fedakâr anne olsa gerektir.

Genler, cinsiyet hücrelerinin bir kısmını teşkil eder. Fakat cinsiyet hücreleri, vücudun genel oluşumunda rol almaz, canlı varlıkların hayatında az önemi olan faaliyetlere hiçbir şekilde katılmaz. Genler, ferdin, türüne tam benzemesini sağlar ve bu özelliğini korur. Yapılan araştırmalar, genlerin anne babanın davranışından etkilenmediğini göstermiştir. Yalnız kötü huy, hastalık veya vücutta meydana gelen ârızalar genleri pek az meşgul edecek bazı değişiklikler meydana getirebilir. Gerçi güçlü anne baba güçlü evlât doğurur, fakat bunun sebebi çocuğun kuvvetli atalara sahip oluşudur. Doğrusu anne baba çocuklarına, içinde hayat sürebileceği fiziksel bir mâbet sağlayabilecekleri gibi ona, ölümsüz bir ruha hiçbir zaman barınak olamayacak bir mezbelelik de hazırlamış olabilirler. Bu sebeple babalık ve annelik insan omuzlarına yüklenen en ağır bir sorumluluk olmuştur.

Bugünün erkekleri, tıraş oluyorlar diye eski zaman erkeklerinden daha seyrek ve zayıf sakallı değildir. İngiltere kıyılarındaki Man adasında yaşayan kuyruksuz kedi (manx), burada herhangi biri tarafından kuyruğu kesildiği için böyle gelişmiş değildir. Herhalde kuyruğa özgü bir geni kaybettiği içindir ki man kedisi nesli, bu eksikliğe rağmen sağlam olarak fakat kuyruksuz bir şekilde üremiştir.

Canlının yaşadığı çevre, genlerle uyum içinde bulunan çeşitli faaliyetler üzerinde etkisini yavaş yavaş gösteren değişiklikler yapar. Şayet bu değişiklik faydalı ise devam eder, değilse değişikliğe mâruz kalan canlı ortadan kalkar, çünkü çevrenin şartlarına ayak uyduramamıştır. Tüysüz Meksika köpeğinin soğuk memleketlerde de yaşadığı görülmektedir, fakat onun nesli yakında soğuktan tükenecektir.

Evrim teorisine inananlar, genler konusunda hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu sebeple de evrimin başladığı noktada yani hücrede genleri taşıyan varlıkta kalmışlar, ileriye geçememişlerdir.

Mikroskopla bile görülemeyecek kadar küçük bir gende saklı bulunan birkaç milyon atomun, yeryüzündeki hayata mutlak olarak nasıl hükmettiği, ilmin hâlâ çözemediği en büyük problemlerden biri olmakta devam ediyor.

“Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?” bilmecesi, çözülemeden zamana mal olmuş. Aslında ne bu, ne de o! Çünkü her ikisinden de önce bir hücre vardır. Yumurta dediğiniz, ceninin (embriyon) gıdasından başka bir şey değildir. Yalnız yumurta o biricik hücreyi, “eş”ine kavuşan döl hücresini taşır. Hücrelerdeki genlerde birleşme ve bölünme meydana geldi mi, artık sitoplazmanın yataklık ettiği bu hücreler, diğer bir yumurtayı meydana getirecek tavuğu doğurmaya mecburdur.

Şu gördüğümüz şekliyle maddenin hiçbir gayesi yoktur. Evet, maddenin hiçbir hedefi yoktur, hatta tabiat kanununa apaçık boyun eğişinde bile. Fakat düzenin hâkim olduğu her maddedeki hayatın belirli bir gayesi vardır: Bir ağaç meydana getirmek, bir üzüm asması, bir fil … veya bir insan yapmak; hem de genlerle sınırlandırılmış belirli bir plana son derece uygun olarak.

Hayat, türün devamını sağlamak için canlıyı üremeye mecbur eder. Bu o kadar kuvvetli bir faktördür ki uğrunda her canlı en büyük fedakârlıkları yapar. Mayıs sinekleri gibi bazı türlerde bu vazife görülür görülmez birçok fert hemen ölür. Hayat bulunmayan yerde söz konusu zorlayıcı kuvvet de yoktur. Peki, bu karşı durulmaz faktörler nereden doğmuştur? Doğduktan sonra nasıl oluyor da milyonlarca yıl devam etmektedir? Üreme, canlı tabiatın bir kanunudur, kimyasal bileşiklerinkine benzer güce sahip bir kanun. O, yaratıcının iradesinden gelmektedir.

Toprak anaya ait bütün elemanlarla canlılar dünyası arasında bazı temel ayrılıklar ve farklar vardır. Bütün elemanlar birleşir, kristalleşir, değişik şekillere girer, fakat atomlarda hiçbir değişiklik meydana gelmediği gibi atomlar arasında hissedilir bir ilişki de yoktur. Aksine, canlılar dünyasında bütün elemanların yeni yeni bileşikler halinde düzenlendiğini görürüz. Bu bileşiklerin her birinin kendisine özgü bir faaliyet alanı vardır. Elemanların meydana getirdiği bütün bileşikler, bu canlı münasebetleri sürdürebilmek için birbirleriyle yarış halinde çaba sarfeder. Bu doğuştan mevcut ve aktif iş birliği, hayat bulunmayan yerde kesinlikle yoktur. En az yer çekimi kanunu kadar önemli bir kanun olan bu husus, henüz gerektiği şekilde izah edilememiştir. Bunun da aynı kaynaktan geldiği şüphesizdir. Söz konusu kanunlar, düzensizlikten doğamaz, bunlar olsa olsa yüce Allah’ın iradesinden bir parçadır.

Yukarıda söylediğimiz gibi genler, bütün canlılardaki cinsiyet hücrelerinde bulunan atomların ultramikroskopik bir şekilde düzenlenmiş olmasından ibarettir. Yaratılış projesini, geçmişlerin sicilini ve her canlının kendisine has özelliklerini genler muhafaza etmektedir. Genler, bitkilerin her şeyine; köküne, dalına, yaprağına, çiçeğine, gövdesine ve meyvesine, bütün ayrıntılarıyla hâkimdir. Yine onlar insan da dahil olmak üzere bütün canlıların şeklini, iskeletini, kıllarını, saçını … ve kanatlarını tespit eder.

Palamut ağacının yemişi yere düşer, sert, kahverengi kabuğu onu korur, toprak içindeki çukurlardan birine yuvarlanır. İlkbahar geldi mi yemişin içindeki öz dirilir, kabuk yarılır; içinde genlerin sakladığı yumurta biçimindeki özden bir yemek ziyafeti hazırlanmıştır. Palamut yemişi toprağa kök salar, işte size bir filiz, taze bir fidan ve birkaç yıl sonra bir palamut ağacı daha. Genleri bulunduran palamut yemişinin özü, bu tomurcuk milyarlarca defa çoğalmış ve dalları, gövdesi, yaprakları ve meyvesiyle yeni bir ağaç meydana getirmiştir, her tarafıyla zamanında meyvesi olduğu palamuta benzeyen bir ağaç. Yüzlerce yıl sayılamayacak kadar çok palamut yemişlerinde aynı atom düzeni mevcuttur, belki 3 milyon yıl önce palamut ağacını meydana getiren bir düzen.

Hiçbir palamut ağacı kestane vermemiştir, hiçbir balina doğurmamıştır, denizler gibi uzayıp giden buğday tarlalarının her bir tanesi başka bir şey olmayıp buğday tanesidir, mısır da mısırdır. Değişmeyen bir kanun “genler” vasıtasıyla maddenin atomlarına düzen verir, başlangıçtan sona kadar her nevi hayatı kesin olarak belirleyip sürdüren genler aracılığıyla.

Haeckel, “Bana hava, su, kimyasal maddeler ve yeteri kadar vakit sağlayın, insan yaratayım.” demiş. Fakat genleri ve bizzat hayatı hesaba katmamıştır. Haeckel insan yaratabilmek için -şayet gücü yetseydi- görülmeyen bunca atomları ve genleri bulmak, düzenine koymak ve bunlara hayat vermek mecburiyetindeydi. Hatta bu durumda bile o, neticede -1’e oranla milyonlarla ifade edilecek bir kesinlikle- ancak benzeri bulunmayan bir canavar meydana getirmiş olacaktı. Haeckel bütün bunları başarabilseydi, muhakkak ki başarılan işin bir tesadüf eseri değil, aklının ürünü olduğunu söyleyecekti.

Doğrusu, “Allah, hârikalarını esrarengiz metotlarla yaratmaktadır!”