Duyulur Âlem
Kâinatın Cenâb-ı Hak tarafından yaratıldığını vurgulu bir şekilde belirten Kur’ân-ı Kerim, onun nasıl yaratıldığı konusunda çok şey söylememesine rağmen, tabiat ve onda vuku bulan olaylar hakkında çeşitli beyanlarda bulunmuştur. Yüce kitabımız Kur’an, tabiatla ilgili ifadelerinde hep onu Allah’a nispet etmiş, Allah-tabiat-insan arasındaki ilgiye dikkat çekmiştir. Söz konusu ilişkiyi ortaya koyarken de hem tabii hem de ilahî sebepliliği kullanmıştır.
Yüce Allah ilim, kudret, irade ve yaratma gibi sıfatlara sahiptir. O, murat ettiği her şeyi yaratmaya kâdirdir. Kur’an’da Allah’ın, “Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığının ‘ol!’ demekten ibaret olduğu ve hemen oluverdiği” haber verilmektedir (bk. Yâsîn 36/82). Ancak dünyada olup bitenlere ve çevremizde cereyan eden hadiselere baktığımızda, mükemmel bir işleyişin mevcut olduğunu, güneş, dünya ve ayın kendi konumlarını devam ettirmek için birbirlerine destek olduklarını, canlıların belli biyolojik sebeplere bağlı olarak nesillerini devam ettirdiklerini, canlı cansız bütün varlıkların bir maksat ve gaye için yaratıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla âlemde sebep ve gayeler birbirine kenetlenmiş vaziyettedir. Sistemdeki “mükemmellik” de buradan gelmektedir.
Şüphesiz Allah, böyle bir mükemmel sistem oluşturmak için sebeplere muhtaç olmamakla beraber bu işleyişte bize de bir yer açmak ve bizi tabiatta etkin kılmak için bu yolu murat etmiştir. O, zorunlu olmadığı halde dünyanın düzenini sebeplere bağlı olarak devam ettirmeyi tercih etmiştir. Yani O, zorunlu olduğu için değil, hikmetine uygun olduğu için yapıp ettiklerinde sebepleri kullanmaktadır.
Şu halde O’nun aksini murat etmesi de mümkündür. Buna bilim lisanında “vesilecilik” (okasyonalizm/ara nedencilik) denilir. Kâinatta tabii olan ve sürekliliği sağlayan bu yöntemdir. Sistem, normal şartlarda bu şekilde işlemektedir. Bununla beraber zaman zaman tabiatta âdet dışı bazı uygulamaların olduğu da bir realitedir. Şüphesiz bu tür uygulamalar değişik şekillerde tasnif edilebilir. Meselâ âdet dışı dediğimiz şey aslında âdet olmasına rağmen nâdir olduğu için tarafımızdan böyle algılanmış olabileceği gibi bir tevâfukun, bir tabii uyumun sonucu da olabilir.
Nitekim havas ehlinin ve büyücülerin elinde vuku bulduğu ileri sürülen âdet dışılıkların çoğu bu şekildedir. İnsanoğlu tabiattaki sır perdesini araladıkça ve gizemi çözdükçe bu tür olayların sebeplerini anlayabiliyor. Bununla beraber tabiatta yine de olağanüstü diyeceğimiz birtakım uygulamalar söz konusudur ve yüce yaratıcı bu olaylar yoluyla kendisinin fâil-i muhtâr olduğunu ve sebeplere bağlı kalmak zorunda bulunmadığını bize göstermektedir. İslâmî literatürde bu tür olaylara mûcize denilmektedir.
Bekir Topaloğlu, Kelâm Araştırmaları Üzerine Düşünceler adlı eserinde (s. 17), Kur’an’ın varlık konusuna bakışını şu şekilde değerlendirmektedir: “Kur’ân-ı Kerim, duyularla algılanabilen ve dolayısıyla bilim alanına da giren tabiat ünitelerine sık sık atıfta bulunur: Gök cisimleri, yer küresi, onunla ilişkisi olan güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar vb. (el-Hacc 22/18). Onun atıfları daha çok tabiatın mükemmel işleyişine ve bu işleyişi idare eden yüce yaratıcının tanınmasına yöneliktir.
Bazı kelâmcılar, Allah’ın kudret ve irade sıfatlarına tam yetkinlik kazandırma düşüncesiyle tabiatın işleyişinde kuralların (tabiat kanunları) bulunmadığını ileri sürmüşse de, bu iddianın, Kur’an’ın beyanlarıyla bağdaşmadığını söylemek gerekir. Çünkü âyetlerden özellikle bu mükemmel işleyişe temas edilmekte ve bunun Allah’ın iradesine bağlı olarak aksamayacağı belirtilmektedir (Fâtır 35/41; el-Mülk 67/3-4).
Sözü edilen kurallara, bunların belirleyicisi ve yöneticisine nispetle ilahî kanunlar, bulundukları yere nispetle de tabiat kanunları demenin bir sakıncası yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın her şeyi belli ölçü ve kriterlere göre yarattığı, tabiatın ilahî bir plan ve düzen dahilinde işlediği ifade edilir (el-Furkân 25/2; er-Rahmân 55/5-7). Bu sebeple tabiatın oluşumunda ne materyalizmin tesadüfü ne kaos ne de keyfî idare vardır.”
Duyulur âlemde (şehâdet âlemi) cansız varlıklar yanında canlı varlıklar da bulunmaktadır. “Canlılar âlemi” tabiri, meleklerden bitkilere bütün varlıkları içine alan bir terimdir. Biyolojide canlılar, bitkiler ve hayvanlar olmak üzere ikiye ayırılır. İslâm bilginleri de canlıları nebâtat ve hayvanat şeklinde taksim etmektedirler. Nebâtat âlemi ile bitki çeşitlerini, hayvanlar âlemi ile de bitkiler dışındaki canlıları kastetmişlerdir. Bunlara insan da dahildir. Bunun için insana, düşünen canlı (el-hayevânü’n-nâtık) denilir.
Müslüman bilginler hem hayvanlar hem de bitkiler âleminden söz ederken, onların Allah, insan ve tabiatla ilişkisine yer verirler. Onların bu değerlendirmeleri biyolojinin canlılar âlemine bakışından farklı, orijinal bir yaklaşımdır.
Kur’an’da cansız varlıklar gibi canlıların da Allah tarafından yaratıldığı ve O’nun âyetlerini teşkil ettikleri vurgulanarak şöyle buyurulur: “Hayvanları da o yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok fayda vardır. Onların etlerini de yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (bir zevk) vardır. Bu hayvanlar, sizin ağırlıklarınızı ancak güçlüklere katlanarak varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz rabbiniz çok şefkatli, pek merhametlidir. Atları, katırları ve merkepleri binmeniz için ve gözlere ziynet olsun diye yarattı. Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice nakil vasıtaları yaratır.
“Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır; şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.”
“O gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da kendilerine eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır.”
“Onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorarsan, ‘Şüphesiz ki güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı.’ derler. O, size yeri beşik kılmış ve doğru gidesiniz diye yeryüzünde size yollar yaratmıştır. Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O’dur. Biz onunla ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız. Bütün çiftleri O yaratmış, size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, rabbinizin nimetini anarak, ‘Bunu bizim hizmetimize vereni yüceltir ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.’ diyesiniz.”
“Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına hiç bakmazlar mı?”
Kur’an’da yeryüzündeki bütün canlıların insanlar gibi birer tür oldukları, her türün kendine has ortak hayat kurallarının bulunduğu bildirilmekte ve insanın, bu türlerin en üstünü olduğu haber verilmektedir:
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi toplanıp rablerinin huzuruna getirilecekler.”
Kur’ân-ı Kerim’de canlılara sık sık temas edilmekte, cansızlar gibi onların da insanların hizmetine ve menfaatine verildiği bildirilmekte, yaratılışlarındaki hikmetler üzerinde durulmakta, onların bir nimet ve âyet oldukları bildirilmekte, gıda, binek ve taşıt ihtiyaçlarını karşılamaları için insanların hizmetine sunulduklarına işaret edilmekte ve bunlar karşılığında Allah’a şükredilmesi hatırlatılmaktadır: “Rabbin bal arısına, ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine kovanlar edin, sonra meyvelerin her birinden ye ve rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir!’ diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vesilesi bulunmaktadır.”
“Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu yerde durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter. Böylece onun sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik. Bunlarda sizin için birçok meyveler vardır ve siz onlardan yemektesiniz. Tûrisînâ’da da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri zeytin verir. Hayvanlarda sizin için elbette ibretler bulunmaktadır. Onların karınlarındekinden (sütlerinden) size içiririz. Onlarda sizin için birçok fayda daha vardır; etlerinden de yersiniz. Onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız.”
Canlılar içinden insanın yaratılış, mahiyet ve gayesini bir bütünlük içinde ele alan Kur’ân-ı Kerim, onun ilk örneğinin Hz. Âdem olduğunu belirtmektedir. Allah, onun bedenini toprak ile su karışımından yaratmış, kendisine nezdinden ruh üflemek suretiyle beşer hüviyetine kavuşturmuş, birçok şey ile isimlerini öğretmiş ve meleklerden ona secde etmelerini istemiştir. Daha sonra onu eşiyle birlikte cennete koymuştur. Yasak meyveden yemeleri üzerine onları cennetten çıkararak, Âdem’i yeryüzünü ıslah ve imar etmesi için halife kılmıştır. Öte yandan göklerde ve yerde bulunan her şeyi onun hizmetine vermiştir. İnsana verilen organlar ve kabiliyetler bu görevi icra edecek niteliktedir.
Duyular Ötesi Âlem
Akıl ve duyular yoluyla bilinemeyen ve hakkında Allah’tan başka kimsenin bilgisi bulunmayan varlıklara, “duyuların algı alanı dışında kalmak” anlamında “gayp âlemi” denilir. Bu âlemin mahiyeti beşerî imkânlarla bilinemez. Bazı İslâm bilginleri Allah’ın varlığı, sıfatlarının mahiyeti ve âhiret ahvali gibi hususların akılla bilinebileceğini gerekçe göstermiş ve gayp kapsamına giren şeyleri (mugayyebât) sadece duyularla bilinemeyen varlık ve olaylarla sınırlandırmıştır.
Kur’an, bazı insanların gözlerinin birtakım gerçeklere perdelendiğini (gıtâ, hicâb, setr, gışâve) bildirmekte, insana verilen bilgilerin, ona verilmeyenlerin yanında çok az olduğunu belirtmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu varlık anlayışı çerçevesinde idrak ve algılarımızın dışında kalan başka bir âlemin varlığı söz konusudur. Allah’ın varlığı, sıfatlarının mahiyeti, âlemin başlangıcı, ölümden sonraki hayat, ruh, melek, cin, şeytan gibi duyuların idraki dışında bulunan varlıkları kabul etme bu alana giren inançlardan bazılarıdır. Kur’an, metafizik varlıklar yanında, fizik âlemin duyularla algılanmayan kısmını da mugayyebât alanı içine dahil eder. Yedi kat gök, kürsî ve arşın ontolojik varlıklar olduğunu kabul eden Ahmed Naim, bunların aynı zamanda bizim için gaybî varlıklar olduklarını kaydeder.
Zaman ve mekân engeli ve yaratılış özellikleri açılarından sınırlı bir varlık olan insan, gayp denilen alanla her zaman karşı karşıyadır. Onun için duyulur âlem yanında zaman, mekân ve duyuların yetersizliği gibi sebeplerle bilgi sahibi olunamayan varlık alanları da mevcuttur.
Sonuç olarak gerek nasslarda gerekse İslâmî terminolojide dile getirilen varlık anlayışı, kadim ve ezelî olan Allah ve hâdis (yaratılmış) varlıklardan oluşan âlem (Allah dışında her şey) olmak üzere iki kısma ayrılır. Hâdis varlıklar da kesif ve latif veya görünen ve görünmeyen şeklinde tasnif edilir. Kesif varlıklar insanlar dahil fizikî yapıya sahip maddî varlıklardan oluşmaktadır. Bunlar yoğun oldukları ve duyularla algılandıkları için varlıkları tartışma konusu değildir ve itikat alanına girmezler.
Latif olanlarına gelince, bunların en azından bizim duyularımızla algılayabileceğimiz bir biçimde bir maddî yapıları yoktur. Bu sebeple de gayp âlemine aittirler. Haklarında duyularla değil, peygamberlerin verdikleri haberlerle bilgi sahibi olmaktayız. İşte latif yapıdaki bu varlıklar da kendi aralarında ulvî, süflî ve bir kısmı ulvî bir kısmı ise süflî olmak üzere üç sınıfa ayrılır. Birinciler meleklerden, ikinciler şeytanlardan ve üçüncüler de cinlerden oluşur.